Mittwoch, 25. Mai 2022

Transkültürel bir şiir nasıl olurdu? Al Tutili ve müveşşah

 

           13. yüzyıl Müslüman Endülüsü'nden kalma bu elyazmasında Hadit Bayan ile Riyad'ın kahramanlarından Bayad ut çalıyor.

 

Bir Endülüs-Arap şiir formu olan müveşşah, Batı ile Doğu’nun, Latin ve Arap kültürlerinin teması sonucu doğmuştur, Arap şiirinin, içine geldiği coğrafyanın kültürleriyle girdiği etkileşimin bir ürünüdür. Bu yanıyla müveşşah kaside ve gazelden yapısal ve dilsel olarak ayrılır. Muhtemelen köken olarak musammattan gelir, ancak İberya yarımadasında popüler olan villancico (dans) şarkılarıyla kurduğu temasla farklılaşır. (Sayısı beş ile yedi arasında değişen) Kıtalarla ve değişen uyaklarla yazılır. Şiiri baştan sona birleştiren bir kemer uyak da vardır (ki buna markaz da denir), kıtadan kıtaya değişen uyaklar da. Hem yola çıkılan ‘merkez’ sabit kalmış, hem de varılan yere de uyum sağlanmıştır sanki. Bu sabit ve değişken uyaklı yapıda uyaklanan bölümlerin kıta düzeni şiirden şiire farklılaşabilir. En çok rastlanılan türü (aa) bbbaa cccaa dddaa eeeaa fffAA biçimindedir. Ancak aşağıdaki Al-Tutili’ye ait şiirde aaa bbbbaaa ccccaaa ddddaaa bbbbaaa eeeeAAA biçimindedir, müveşşaha daha canlı ve ritmik bir hava vermek için mısralar da biraz daha kısa tutulmuştur. 

Gözyaşları akar ve göğüsler yanar,

sular ve alazlar!

Bunlar ki ancak büyük bir şeyde kaynar.

Ve amansızdır yargıcın söylediği,

hayat kısaymış, aşk acısı ebedi.

İç çekişler çeker susuzluk çekeni.

Ey gözyaşları, akar gider sel gibi.

Uyku hayal oldu, vuslat uzak diyar

Ne bir yer ne karar

Konacak liman yok, uçmak neye yarar.

Ey o haccettiği Kâbesi kalplerin,

aşk çağırıp da özlem verince aksin,

dönünce feryadı inleyenin hazin;

Burdayım! Dinlemem sözünü hasedin!

Bırak gideyim ona umreye dindar

tereddütsüz ikrar,

kalbim hediye, gözyaşlarımsa taşlar.

Hoş gelmiş, terk etse de beni ölüme,

yumuşak bir bel, cilveli kirpiklerle.

Ey sertlik, ki kalp sanar uysallık diye,

sen öğrettin, kötüdür düşünceler de.

Gitti o güzel geceler azar azar,

gözlerim bir pınar,

göz kapaklarım birer kılıç hunhar.

Boyun eğdiğim kişi zalimin biri;

İma etsem de açık etmem ismini;

Ne diye çekerim, yetmez mi ettiği!

Ben birleşmek isterim, o hep firari.

Bırakmadı bana aşkımdan hiçbir kâr,

ürkek ama gaddar.

Gelmedi sevinç bir daha, kaldım naçar.

Mahkumum ve muhtaç, dayanamam ona,

bir bey ki suçlamakta, hep can yakmakta

acıya boğdu beni ve etti hasta,

şarkılar söyledi aşka, ve alayla:

Meu I-habib enfermo de meu amar.

Que no ha d'estar? 

Non ves a mibe que s'ha de no llegar?

Çeviri: Erhan Altan, Karim Borusalem, Ruben Schenzle

 Endülüs’te 10. yüzyılda geliştirilen bu şiirin biçim alışında çalgı aletleri eşliğinde söylenen halk şarkılarına güfte olarak yazılmış olmasının payı vardır. Müveşşah’ın en çarpıcı özelliği ise çokdilli oluşudur. Müveşşah’ın dili klasik Arapça (veya İbranice) iken harce adı verilen kapanış dizeleri bir başka dilde, Romanca, Endülüs Arap diyalektiyle veya İbranice yazılabilir. İlk akla gelen, çokkültürlü bir toplumun şiir formundaki kültürlerarası manifestosu olduğudur. Ancak aynı formu kullanarak ve birbirlerinden öğeler, motifler alarak şiir yazmak bile yeterdi buna. Oysa burada fazlası var. Başka yerlerde hiç görülmeyen bir olguya, bir şiirin içinde başka bir dilden dizelerin yer alışına rastlıyoruz burada. Alımlayıcının çokdilliliği ve karşılıklı etkileşime açıklığı ile olanaklıdır bu ve belli ki durum da budur, böyle yaşanmaktadır ve herkesçe onaylanmaktadır. Temas ve etkileşim, değerli bulunmakla kalınmayıp kutlanmaktadır adeta.

 Ebü’l-Abbas el-A‘mâ et-Tutîlî (isterseniz uzun ve Arapça yazılışıyla: أحمد بن عبد الله بن هريرة القيسي الأعمى التطيلي) veya kısaca Tudela’lı kör (A‘mâ) şair olarak bilinen Al-Tutili, Sevilla’da yaşar ve 1126’da genç yaşta Murcia’da ölür. Endülüs’te Murâbıtlar döneminde kıta formundaki aşk şiirleriyle meşhurdur ve en tanınmış güfte yazarıdır. Simdi yavaş yavaş şiire girelim:

Gözyaşları akar ve göğüsler yanar,

sular ve alazlar!

Bunlar ki ancak büyük bir şeyde kaynar.

Ve amansızdır yargıcın söylediği,

hayat kısaymış, aşk acısı ebedi.

İç çekişler çeker susuzluk çekeni.

Ey gözyaşları, akar gider sel gibi.

 İlk yedi dize şiirin devamında giderek kişiselleşecek genel saptamayı ve kuralı ifade eder. Saptama lirik özneye aittir ve aşkın su ve ateşi bir arada tutan gücünden bahseder. Bir aradalığı olanaksız iki öğeyi birleştirmesiyle enfes bir resimdir. Ardından Türkçeye “yargıç” olarak çevirdiğim eski Arap şiirinde de rastlanan bir figür belirir (al-adhûl). Bu figür aşk acısının ebediliği ve bundan kaçınılamayacağı yasasını bildirir. Ve nitekim gözyaşları akıp gitmekte olan öznenin durumu da budur.

Uyku hayal oldu, vuslat uzak diyar

Ne bir yer ne karar

Konacak liman yok, uçmak neye yarar.

Ey o haccettiği Kâbesi kalplerin,

aşk çağırıp da özlem verince aksin,

dönünce feryadı inleyenin hazin;

Burdayım! Dinlemem sözünü hasedin!

 Bunu izleyen üç dizede özne kendi çaresiz durumunu detaylandırmaya geçer, yine de semptomlardan ve çaresizliğinden henüz oldukça soyut bir biçimde söz açmaktadır. Sonraki dörtlük yine oldukça soyut bir biçimde sevgiliye seslenir, dahası hac edilen Kâbe’ye benzetir. Haset diye bir figür belirir (raqîb), aşk duyguları yükseldiğinde hasedi artık dinlemeyeceğini söyler. Haset burada sevgilinin ailesinden bir figürdür ve sevgiliye ulaşmayı engeller bir konumdadır. Kuşkusuz erotizmi uzaktan yaşayan Arap şiiri için gerekli bir figürdür.

Bırak gideyim ona umreye dindar

tereddütsüz ikrar,

kalbim hediye, gözyaşlarımsa taşlar.

Hoş gelmiş, terk etse de beni ölüme,

yumuşak bir bel, cilveli kirpiklerle.

Ey sertlik, ki kalp sanar uysallık diye,

sen öğrettin, kötüdür düşünceler de.

 Sonraki üçlük öznenin sevgiliye adanışı ve çare talebidir bu figürden. Bir önceki dörtlükteki gibi burada da dinsel öğeler yer alır. Sevgili daha önce haccedilen Kabe idi, şimdi ona umreye gidilmektedir ve gözyaşları ise şeytan taşlanılan taşlardır. Bunu izleyen dörtlük öznenin çaresizliğinden ve acılarından bahseder. Sevgili yumuşak beli ve cilveli kirpikleriyle bedensellik kazanır. Ve ardından ilk kez ‘sen’ diye hitap eder ve son kezdir bu. Belli ki retorik bir sen’dir bu, yüzüne değil hakkında söylenmektedir. Bir sitem havası içindedir.

Gitti o güzel geceler azar azar,

gözlerim bir pınar,

göz kapaklarım birer kılıç hunhar.

Boyun eğdiğim kişi zalimin biri;

İma etsem de açık etmem ismini;

Ne diye çekerim, yetmez mi ettiği!

Ben birleşmek isterim, o hep firari.

 Bunu izleyen üçlük, tekrar nasıl bir işkence içinde olduğunun betimlenmesine döner. Dörtlük ise sevgilinin zalim olduğunu söyler. Ancak tuhaf bir bicimde adını da gizlemek istemektedir. Muhtemelen yasak veya en azından açık edildiğinde hoş karşılanmayacak bir sevgilidir bu.

Bırakmadı bana aşkımdan hiçbir kâr,

ürkek ama gaddar.

Gelmedi sevinç bir daha, kaldım naçar.

 Ardından gelen üçlük gaddarlığının yanında ürkek de olduğunu belirtir sevgilinin ve tekrar çaresizliğini.

Mahkumum ve muhtaç, dayanamam ona,

bir bey ki suçlamakta, hep can yakmakta

acıya boğdu beni ve etti hasta,

şarkılar söyledi aşka, ve alayla:

 Son dörtlük bu çaresizliği statik bir durum olarak özetler: sevgili acımasızdır, ona hep sırtını dönmektedir, bu da onu çaresiz kılmaktadır. Dahası alay etmektedir onunla. Ve ‘bey’ diye bahseder ondan. Türkçe “o”, cinsiyeti gizlediğinden çevirinin bir zorudur bu. Aslında şiirin ortasından başlayarak üçüncü tekil şahıstan eril olarak bahseder. Divan şiirindeki sevgilinin cinsiyetini ‘o’ diyerek veya gizli özneyle gizleyebilme fırsatı burada çevirinin sıkıntısı halini aldı. Neyse ki bu “bey” sözcüğü sevgiliyi berraklaştırıyor. Bey’in altında başka anlamlar da aranabilirdi, ancak böyle yazılmış şiirlerin çokluğu ve şiirin kapanışı, bu sözcüğün harfi olarak alınmasını kolaylaştırıyor. Bireysel aşk, yüceltilen ama ulaşılamayan sevgili ve homoerotik karakter erken Abbasi döneminin mirasıdır, şimdi Endülüs’ün kazanımı olur. Bir başkasına ait olan sevgili (köle) ve haset, bu şiirin yerleşik figürleridir. Endülüslü krallar arasında gençlerle eşcinsel pratik oldukça yaygındır. Sevgili bir erkektir. Ve şarkılar söylemektedir:

 

Meu I-habib enfermo de meu amar.

Que no ha d'estar? 

Non ves a mibe que s'ha de no llegar?

Klasik Arapça ile yazılmış bu şiirde en sona Romanca üç dize gelir. Bu farklı dildeki harcelerin başka şiirlerden, yani şarkılardan alıntılar olduğu da söylenir, dahası sevgiliden gelen bir yanıt olduğu da. Çoğu zaman kadın sesi duyulur, harce dizelerinin bir kadın şarkısı olan cantiga de amigo’ların güfteleriyle benzeştiği söylenir, ancak burada erkek olduğu belirtildiğinden, muhtemelen bir Hristiyan köle olduğunu ve kölenin sahibinin de bir başkası olduğunu düşünebiliriz. Sevgili ona şarkıyla ve kendi dilinde yanıt vermektedir: “Dostum, bana aşkından hasta düşmüş, böyle olmasın! Bana gelsin, birleşmek iyileştirecektir!”

Ve harce şiirin tüm o kasvetli, acılı havasını dağıtır, birleşmekten bahseder. Rahatlatıcı bir kapanış, bir yanıttır. Birleşme daveti içermektedir, birleşince tüm o kasvet ve hüzün dağılacaktır. Artık Endülüs’teyiz ve sakınımcı Arap aşkı dünyevileşmektedir. Olağanüstü bir buluşmanın meyvesidir bu yeni şiir ve Avrupa’dan izlenmektedir. Bu izleme daha başka temaslara, etkileşimlere yol açacaktır.

İslam ansiklopedisi ‘müveşşah’ sözcüğünün “çift süslemeli gerdanlık; omuzdan koltuk altına kadar uzanan ve iki parçadan oluşan süslü kemer” anlamındaki ‘vişâh’ sözcüğünden türediğini ve “iki temel sanat unsurunu taşıyan şiir” anlamına geldiğini söylüyor. Beyit düzenindeki Arapça şiir, yerel şarkılarla temas edip güfte olmaya zorlanınca uyak yapısı ve dili bipolarlaşır. Dönüşümlü olarak birbirini izleyen uzun ve kısa bölümler, sabit ve değişken uyaklar ve sondaki harce bölümünde dilin değişivermesi şiirin bu çift yapılılığını oluşturuyor. Dahası şiir birçok ikilik barındırıyor: su-ateş; kısa hayat-ebedi acı; vuslat-uzak diyar; uçmak-liman olmaması; aşk-hüzünlü akis; sertlik-uysallık, birleşmek-firar…

Harce dizelerinin 1948’teki keşfi tam bir sansasyon olur. O zamana değin anlaşılamamış dizelerdir bunlar. Arapça okunduklarında bir anlam çıkmaz çünkü. Romanca sözcükler Latin alfabesiyle değil Arapça alfabe ile yazılmışlardır. Bu dizelerin anlamı a) Latin alfabesiyle yazılması, b) ardından seslendirilerek bir anlam verecek karşılıklarının bulunması ve c) yorumlanarak yaşayan bir dile çevrilmesi ile çözülür.

Şiir, dilde kuruluyor olması nedeniyle transkültürelliğin hiç beklenmeyeceği bir alan. Ancak Endülüs kültürü bunu zarif bir biçimde başarmış görünüyor. Harcelerde karşılıklı olarak birbirlerinin şiirlerinden, şarkılarından, dillerinden alıntılar yapmışlar. Öylesine bir dilsel rahatlık içindedir ki Romancanın içine tekrar “habib” gibi bir Arapça sözcüğü de koyuverir şair. Şiir burada bir alışverişin alanı, komşuya yemek tabağını içi boş göndermemenin zevki ve sevinci olmuş. Ancak daha da ileriye, anadilden çıkıp diller arası bir varoluşun şiiri, dahası iç içe geçmişliğin, kendini komşuda arayışın ve orada kendinden bir miktar kurtuluşun şiiri de olmuş gibi geliyor.

Endülüs İspanyasının olağanüstü hoşgörülü insanlardan oluşuyor olmasından veya egemenlerin özel bir insancıllığından kaynaklanmıyor bu. Kölelik de devam ediyordu, Hristiyan ve Yahudilerin aşağı kategoriler olarak görülmesi de. Ancak Arapların fethettikleri coğrafyanın muazzam bir büyüklüğe ulaşması ve farklı farklı kültürleri içermesi, buraları yönetebilmeyi ve ellerinde tutabilmeyi zorlaştırıyor, kırılganlaştırıyordu. Bu yüzden görece gevşek bir tutum, en akıllıca olanıydı. Bunun sonucu da siyasi ve dinsel bir dengeydi. Birlikte ve barış içinde yaşayabiliyorlardı. Bu görece rahatlama kültürel bir canlanmayı, kültürel canlanma da belli bir hümanizm ve hedonizmi beraberinde getirir. Dış baskıların böylece asgari bir düzeye inmesi, gerisini insanların oluşturacağı kültürel bir vahayı yaratmış görünüyor. Herkesin kendisinden çıkıp başkalarıyla buluşmasının, hatta başkası olmanın sevincini yaşadığı, yaşattığı bir vaha. Kısa bir süre için…

 

 


 

Montag, 4. April 2022

Uçucu temas

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Müdavimler mi kafelerine tutunurlar, kafeler mi müdavimlerine? Her ikisi de birbirine tutunur tabii. Ancak bir müdavim olarak öyle önüme gelen kafeye tutunmuyorum ve müdavimlerini yitirmiş bir kafeye tutunmakta ise özellikle zorlanıyorum. Peki o zaman soruyu söyle sorayım: ben kafeye, kafe de müdavimine tutunduğunda ben neye tutunmuş oluyorum? Tabii ki ben de müdavime, onun istikrarlı ama ayrıksı varlığına tutunuyorum. Aynı onun da bendeki müdavime tutunduğu gibi. Kısacası müdavimler birbirimize tutunuyoruz aslında.

Yanlış anlamayın, öyle müdavimlerle konuşan, sohbet arayan birisi değilim. Bilakis, bırakın konuşmayı kimseyle göz teması bile kurmamaya gayret ederim, Boş zamanlarını öldürmeleri gerekiyor diye benim zamanımı çalmalarından korkarım. Hatta sorsanız yabani bulduklarını söyleyeceklerdir beni. Aile olmayı da hiç istemem. Ama sanırım zaten hiçbir müdavim istemez bunu. Sakın aldanmayın hoşuna gidiyormuş gibi davranmasına. Üstüne gelirseniz kafe değiştirmesine bile mal olabilir bu onun. Alfred Polgar’ın dediği gibi insanlar içinde yalnız kalmaya geliyordur o. Anonim bir birliktelik de denebilir bu uzak yakınlığa, tersinden giderek.

Anonimlik mesafesiyle bağlıyız birbirimize. Dile gelmemiş, hatta düşünceye de gelmemiş bir anlaşma bu. İşte kafe denen mekan, bizim bu asosyal sosyalleşmemize en uygun koşulları yaratan yer oluyor bu durumda. Müdavimler de, garsonlar da beni bilsinler, hatta gizliden bana bir sempati duysunlar, ama sırnaşmasınlar isterim. Aynı kara deliğin etrafında (kafe), birbirlerine karşılıklı kütleçekimleri ile de bağlı ve bambaşka yörüngeleri dönen yıldızlar gibi… Çekim de var, merkezkaç hareket de, sabit mesafede duruyoruz. Bütün iş o uçucu temasta…

Kafe benim için müdavimlerle arada sırada gelenlerin bir dengesi. Müdavimler ev duygusunu, arada sırada gelenler (kuyruklu yıldızlar) ise anonimliği sağlar. İkisi de olmazsa olmaz. Ve dengenin bozulmaması gerekiyor. Müdavimler çoğunlukla tek başlarına gelirler. Gazete okurlar veya benim yaptığım gibi kâğıt-kalem çalışırlar. Eğer garson sizi tanıyorsa veya gitmediğinizde bir eksiklik duyuyorsanız müdavimsiniz demektir. Arada sırada gelenler ise tek başlarına değil de birileriyle buluşmaya gelirler genellikle. Cafè Prückel’de de müdavim azaldı. Yine de müşteriler Viyanalı ve deneyimlemek değil yaşamak peşinde insanlar. Dolayısıyla herkes nasıl davranacağını biliyor ve kimse oturduktan sonra gözünü etraftaki insanlara, tavana ya da mobilyalara dikmiyor. Bu insanlar genellikle başkalarıyla buluşmaya geliyorlar kafeye.

Bir de nadiren değil de sadece bir kez gelenler var: turistler (meteorlar). Örneğin Café Central, geleneksel bir kafe yaşantısı isteyen turistlerin öldürdüğü bir kafe. Ve tabii Café Havelka. Bu turistik ölümü hepsinden önce tattığı halde, alabildiğine kendine özgü ve köhne bir sevimlilikteki iç mekânı ve garsonlarının eski tuhaf havayı hâlâ koruyor olmalarıyla Viyanalı kalabilmiş bir kafe. Üstelik kahvesi de otantik lezzetsizliğini sürdürüyor. Yine de tutunmak pek mümkün değil. Nitekim kimseyle aile olmak istemiyorum dediysem tamamen herhangi birisi olmak istediğim anlamına da gelmiyor bu. İstediğim anonimlik bu değil çünkü. Bir gördüğünüz ziyaretçiyi bir daha asla görmeyeceğiniz yerde hangi alışkanlığı, hangi yerleşikliği kuracaksınız? Kafe ne kadar iyi olursa olsun, turistikleştiğinde neden tutunulamadığı sorusunun yanıtı bu işte.

Sanırım bu bir kuşak meselesi artık. Nasıl mı? Müdavimlerin, nadiren ve bir kez gelenlerin yanında ve hepsinden büyük bir grup daha var: hiç gelmeyenler. Bütün kafeler bu hiç gelmeyenlerden de yapılıyor. Eskiden belki sınıfsaldı bu, şimdilerde ise kuşaksal sanırım. Böyle benim gibi mekânsal bir istikrar arayanlar, eski dünyanın insanları belki de. Şimdinin gençleri de bir gün fark ederler mi gittikçe köhneleşen bu mekânların zengin dokusunu?

Meyhanelerde de böyle değil mi? Mösyö Vensan (Monsieur Vincent) aramızdan ayrılmış. Yüzünden hafif bir gülümsemesi eksik olmayan, kibar, ölçülü bir insandı. Kuyumcu isçisi, dokunulmaz yalnızlığı ve güven verici sessizliği ile İstip (İstephan) Abi, nereye gidiyordur şimdi? Merih’te ikisini görünce içimi bir rahatlamanın aldığını ancak onları yitirince anladım. Müdavimlerin fotoğraflarını duvara asmışlardı. Onca fotoğrafa rağmen çoğu müdavim (benim gibi) kendini bulamamıştı orada. Nedret’in protestoları karşısında gönlünü almak için sonradan eklemişlerdi fotoğrafını. Düşünün siz müdavim oranını! Bazıları her gün, diğerleri arada uğrayan müdavimler.

Neden terk ettik Nevizade sokağını? Neden kenarda, köşede, güzergah dışında meyhaneleri tercih eder olduk? Evet bir mekan lazım, zihni engelleyici ve saptırıcı olmayan, ama bu aslında her yerde olabilir. Önemli olan varlığı insanı rahatlatan ya da en azından rahatsız etmeyen, belki hiç tanışmayacağım ama hep var olsunlar istediğim müdavimlerin arasında yerimi almak. Bir şeyler de yenip içiliyor ama bu da önemli değil. Kafelerde eskiden kahve gerçekten berbattı ama umursamazdık. Ve bir kafede özellikle kahvenin tadından, bir meyhanede öncelikle mezelerinin iyiliğinden dem vurulur olunduğunda o artık başka bir şeye dönüşüyor demektir. Bunların iyi olması tabii ki iyi, ama keşke o, biz onu bilmeden öyle olsa, konu o olmasa, olay o olmasa.

Fotograf: Can Cindemir