Montag, 4. April 2022

Uçucu temas

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Müdavimler mi kafelerine tutunurlar, kafeler mi müdavimlerine? Her ikisi de birbirine tutunur tabii. Ancak bir müdavim olarak öyle önüme gelen kafeye tutunmuyorum ve müdavimlerini yitirmiş bir kafeye tutunmakta ise özellikle zorlanıyorum. Peki o zaman soruyu söyle sorayım: ben kafeye, kafe de müdavimine tutunduğunda ben neye tutunmuş oluyorum? Tabii ki ben de müdavime, onun istikrarlı ama ayrıksı varlığına tutunuyorum. Aynı onun da bendeki müdavime tutunduğu gibi. Kısacası müdavimler birbirimize tutunuyoruz aslında.

Yanlış anlamayın, öyle müdavimlerle konuşan, sohbet arayan birisi değilim. Bilakis, bırakın konuşmayı kimseyle göz teması bile kurmamaya gayret ederim, Boş zamanlarını öldürmeleri gerekiyor diye benim zamanımı çalmalarından korkarım. Hatta sorsanız yabani bulduklarını söyleyeceklerdir beni. Aile olmayı da hiç istemem. Ama sanırım zaten hiçbir müdavim istemez bunu. Sakın aldanmayın hoşuna gidiyormuş gibi davranmasına. Üstüne gelirseniz kafe değiştirmesine bile mal olabilir bu onun. Alfred Polgar’ın dediği gibi insanlar içinde yalnız kalmaya geliyordur o. Anonim bir birliktelik de denebilir bu uzak yakınlığa, tersinden giderek.

Anonimlik mesafesiyle bağlıyız birbirimize. Dile gelmemiş, hatta düşünceye de gelmemiş bir anlaşma bu. İşte kafe denen mekan, bizim bu asosyal sosyalleşmemize en uygun koşulları yaratan yer oluyor bu durumda. Müdavimler de, garsonlar da beni bilsinler, hatta gizliden bana bir sempati duysunlar, ama sırnaşmasınlar isterim. Aynı kara deliğin etrafında (kafe), birbirlerine karşılıklı kütleçekimleri ile de bağlı ve bambaşka yörüngeleri dönen yıldızlar gibi… Çekim de var, merkezkaç hareket de, sabit mesafede duruyoruz. Bütün iş o uçucu temasta…

Kafe benim için müdavimlerle arada sırada gelenlerin bir dengesi. Müdavimler ev duygusunu, arada sırada gelenler (kuyruklu yıldızlar) ise anonimliği sağlar. İkisi de olmazsa olmaz. Ve dengenin bozulmaması gerekiyor. Müdavimler çoğunlukla tek başlarına gelirler. Gazete okurlar veya benim yaptığım gibi kâğıt-kalem çalışırlar. Eğer garson sizi tanıyorsa veya gitmediğinizde bir eksiklik duyuyorsanız müdavimsiniz demektir. Arada sırada gelenler ise tek başlarına değil de birileriyle buluşmaya gelirler genellikle. Cafè Prückel’de de müdavim azaldı. Yine de müşteriler Viyanalı ve deneyimlemek değil yaşamak peşinde insanlar. Dolayısıyla herkes nasıl davranacağını biliyor ve kimse oturduktan sonra gözünü etraftaki insanlara, tavana ya da mobilyalara dikmiyor. Bu insanlar genellikle başkalarıyla buluşmaya geliyorlar kafeye.

Bir de nadiren değil de sadece bir kez gelenler var: turistler (meteorlar). Örneğin Café Central, geleneksel bir kafe yaşantısı isteyen turistlerin öldürdüğü bir kafe. Ve tabii Café Havelka. Bu turistik ölümü hepsinden önce tattığı halde, alabildiğine kendine özgü ve köhne bir sevimlilikteki iç mekânı ve garsonlarının eski tuhaf havayı hâlâ koruyor olmalarıyla Viyanalı kalabilmiş bir kafe. Üstelik kahvesi de otantik lezzetsizliğini sürdürüyor. Yine de tutunmak pek mümkün değil. Nitekim kimseyle aile olmak istemiyorum dediysem tamamen herhangi birisi olmak istediğim anlamına da gelmiyor bu. İstediğim anonimlik bu değil çünkü. Bir gördüğünüz ziyaretçiyi bir daha asla görmeyeceğiniz yerde hangi alışkanlığı, hangi yerleşikliği kuracaksınız? Kafe ne kadar iyi olursa olsun, turistikleştiğinde neden tutunulamadığı sorusunun yanıtı bu işte.

Sanırım bu bir kuşak meselesi artık. Nasıl mı? Müdavimlerin, nadiren ve bir kez gelenlerin yanında ve hepsinden büyük bir grup daha var: hiç gelmeyenler. Bütün kafeler bu hiç gelmeyenlerden de yapılıyor. Eskiden belki sınıfsaldı bu, şimdilerde ise kuşaksal sanırım. Böyle benim gibi mekânsal bir istikrar arayanlar, eski dünyanın insanları belki de. Şimdinin gençleri de bir gün fark ederler mi gittikçe köhneleşen bu mekânların zengin dokusunu?

Meyhanelerde de böyle değil mi? Mösyö Vensan (Monsieur Vincent) aramızdan ayrılmış. Yüzünden hafif bir gülümsemesi eksik olmayan, kibar, ölçülü bir insandı. Kuyumcu isçisi, dokunulmaz yalnızlığı ve güven verici sessizliği ile İstip (İstephan) Abi, nereye gidiyordur şimdi? Merih’te ikisini görünce içimi bir rahatlamanın aldığını ancak onları yitirince anladım. Müdavimlerin fotoğraflarını duvara asmışlardı. Onca fotoğrafa rağmen çoğu müdavim (benim gibi) kendini bulamamıştı orada. Nedret’in protestoları karşısında gönlünü almak için sonradan eklemişlerdi fotoğrafını. Düşünün siz müdavim oranını! Bazıları her gün, diğerleri arada uğrayan müdavimler.

Neden terk ettik Nevizade sokağını? Neden kenarda, köşede, güzergah dışında meyhaneleri tercih eder olduk? Evet bir mekan lazım, zihni engelleyici ve saptırıcı olmayan, ama bu aslında her yerde olabilir. Önemli olan varlığı insanı rahatlatan ya da en azından rahatsız etmeyen, belki hiç tanışmayacağım ama hep var olsunlar istediğim müdavimlerin arasında yerimi almak. Bir şeyler de yenip içiliyor ama bu da önemli değil. Kafelerde eskiden kahve gerçekten berbattı ama umursamazdık. Ve bir kafede özellikle kahvenin tadından, bir meyhanede öncelikle mezelerinin iyiliğinden dem vurulur olunduğunda o artık başka bir şeye dönüşüyor demektir. Bunların iyi olması tabii ki iyi, ama keşke o, biz onu bilmeden öyle olsa, konu o olmasa, olay o olmasa.

Fotograf: Can Cindemir