Samstag, 21. Dezember 2019

Bıkılmış bir soru



Çevirinin niye’sine bir yanıt

















Artık iyice sıkıldığım bir soru var: “Şiir çevrilemez olan değil midir, öyleyse niye ve nasıl çeviriyorsunuz?” Güya bir soru soruluyor, aslında çevrilemeyeceği yargısı en baştan verilmiş bile. Sondaki “nasıl” ise oldukça retorik, sanki bir miktar cevap hakkı tanıyormuş gibi yapıyor. Eh soruyu soran da kendisini liberal bir düşünür zannetmek istiyor nihayetinde. Oysa yanıt çoktan verilmiş, çevirmenden sadece suçlu bir bilinçle kafasını öne eğip bunu onaylaması bekleniyor. “Niye”nin ardında bir ‘ne diye’ sesini, bu sesin altında da ‘boş yere’ imasını duyuyor musunuz? Ben duyuyorum.

Şiir çevrilir mi? İyi, sizi memnun edecek biçimde yanıtlayayım soruyu: şiir çevrilemez. Rahatladınız mı şimdi? Kendinizi hassasiyetleri olan, ince ruhlu bir insan olarak gösterdiniz, tebrikler. Peki ne yapacağız şimdi? Şiir, çevrilemeyeceğine göre konuyu da kapatabiliriz o zaman. Şimdi oturun aşağıya ve kendinizle kalın. Kendinizle kastım, hem gerçekten kendiniz hem de içinde yüzdüğünüz kültür. Oradan sizi kurtarmaya gelecek bir Shakespeare, Goethe, Dante veya Brecht, Borges, Bäcker, Christensen de beklemeyin bundan sonra.

Şiiri çevrilemez olan olarak tanımlamak, bir şairin bakışı olabilir ve bu bakış şiirin biricikliğinin altını çizmek, değerini bildirmek açısından yararlı olabilir. Ancak bu cümleyi çeviri faaliyetine yönlendirmek hiçbir şey kazandırmaz bize, zira şiirin açısından bakınca doğru görünen bu cümle çeviri açısından trivialdir, çünkü zaten hiçbir sözcük ve hiçbir şey çevrilemez. Bu yüzden bunu ifade etmekle bir sorunu çözmüş olmayız veya malumu ilan etmenin bu kadar fiyakalı bir ifadesi de olsa olsa bir gösteri olabilir. Şiir çevrilemez de başka şeyler çevrilebilir mi? Yaşadığınız bir olayı başkasına anlatabilir misiniz onu bozmadan? Veya aşık olduğunuz kişiye duygularınızı aktarabilir misiniz onu sıradanlaştırmadan? Bir katliam aktarılabilir mi yaşananlar hafifletilmeden? Önem verdiğiniz her şey için böyledir bu. Tüm bunlar sineye çekilir, ama sıra şiir çevirisine gelince gaddarca saldırılır. Çevirmen de pek sesi çıkmayan bir insandır ne de olsa, size bir şey olmaz artık. Prestij arttırmanın risksiz ve bedelsiz bir yoludur bu.

Şiir çevrilemez önyargısının ardında orijinallere bağlı kalma arzusu, dahası ısrarı da olabilir. Genellikle şiire dair bir kutsamayı, biraz da şair kültünden sıyrılma isteksizliğini gösteriyor kanımca bu sadakat. Her ikisinde de dinsel bir bağlanma var. Bu da hiç şaşırtıcı değil, şiirin ortaya çıkışında ve tarihinde hükümdarları ya da tanrıları kutsayıcı bir işlev olduğu anımsanırsa eğer. Oysa şiirler artık büyülenmek için değil düşünmek için varlar, her ne kadar bazı şairler farklı davranıyor veya bir şairanelik yaratmaya, o eski kutsama pelerinini kendi üstlerine çekmeye çalışıyorlarsa da. Okur tarafına geçersek, o da şairlerle, çevirmen gibi “hiç gereksiz” birisi üzerinden ilişki kurduğunu bilmek istemiyor. Tanrılara değilse de büyük beyinlere yakın olmak isteği öne geçiyor. Oysa tam da çevirmen, bu kutsayıcılıklardan ve gelenekten sıyrılan bir düşünmenin başlangıcı olabilirdi. Oysa boş verin edebiyat adına söz alan birilerinin çeviriyi aşağılamaya doyamamasını; zihniyet, tefekkür ya da kültür tarihçileri yere göğe koyamaz onu.

Çevirilerin kötü olabilmeleri çevirmenlerin berbat insanlar olmalarından kaynaklanmıyor. Bu bir sistem sorunu. Nasıl mı? Yayınevleri, hem de koca koca yayınevleri, az para verir, ikinci baskılarda daha da az verir; bu yetmiyormuş gibi çevirmene bir yerden uluslararası destek çıkarsa onun da yarısına konar, haraç alır. Kısa zamanda köşe dönmeye çalışan yayınevleri de vardır, bunlar amatör çevirmenlere çevirtir, sonrasında para da vermezler. Kültür Bakanlığı Türkçeye çeviriye destek verecek zekaya sahip bir kurum değildir. Bunu kültürel zenginleşme olarak görecek kültürden yoksundur, ödül ve bursları yoktur. Mucizelere yönelik bir gelecek planlaması…

Yeterli kaynağa ulaşamayan çevirmenin sadece maddi rahatlığı değil, şiir konusunda bilgiyi de başka yerde edinip gelmesi beklenmektedir ayrıca. Genelde yetersiz bir edebiyat kamusunun, eksik kalan tartışmaları, çevirmenlerin edebi birikimlerinin de eksik kalmasının nedenidir. Ancak bu konuda yetersiz eleştirmenlere, yetersiz şairlere laf edilmez de, çevirmenlere laf edilir. Kötü çevirilerin ruhunuzu incittiği kadar “kötü” şiirler ve “kötü” eleştiriler de size hayatı dar etmiyor mu? Neden bütün sinirinizi kötü çeviriden çıkarıyorsunuz o zaman? Yoksa şuara ile dalaşmaktan mı çekiniyorsunuz? Nasıl kötü ve iyi şiir her zaman olacaksa kötü ve iyi çeviri de her zaman olacak. Biri olmadan diğeri zor. Şiir çevirilerinin beceri düzeyinin şiirlerden daha yüksek olmasını neden bekliyorsunuz ki? Her şeyde böyle değil mi? Kısaca sorun sistem sorunudur, ama genellikle suçlanan çevirmen olur.

Donnerstag, 21. November 2019

Bilgi Ufku

Bildiğimizi biliyoruz ancak. Ne var bunda diyeceksiniz, ama bildiğimizi biliyoruz işte ve çoğu kez de salt bildiğimizi bilmekle kaldığımızı, yani tek bildiğimizin bildiğimizi bilmek olduğunu bilmeden. Bir sorun görmüyoruz bunda, hatta gurur duyuyoruz kendimizle. Hiç düşünmüyoruz bilmediğimiz daha neler olduğunu ve bildiğimizin bunda ancak ne kadar bir yer tuttuğunu. Bilgi ufkumuz kendimizi güvende hissetmemize yetiyor.

Oysa ne kadar bilirsek bilelim hep bir bilinmez içinde hareket ediyoruz. Ufka gidilince görülen bir ufuk daha var. Dahası bilgi, ancak bilmediğinle ilişkilenince bir boyut kazanıyor. Henüz bilinmeyene duyulan merak, bilinenin dogmatikleşmesini engelleyip esnek kalmasını sağlıyor. Bunu görmemekse kofluğa, yanlış güvene ve de görmemişliğe düşürebiliyor. Ama unutmayalım: bilgi söz konusu olduğunda hepimiz sonradan görmeyiz.

İyi de bilmediğini nasıl bilebilir insan? Deneyimle varılan bir duygu var miktara dair. İnsanlığın bilgi birikiminin ne kadar olduğunu, senin bunun ne kadarına vakıf olabileceğini kestirmeyi öğreniyorsun zamanla. Böylelikle bilemediğinin getireceği hatayı da hesaba katıyorsun ve bu sayede zinde kalıyorsun. Bir gölge boksunun zindeliği belki bu ama sağlıklandırıcı bir üzücülük içeriyor, çünkü ölümlülüğe karşın hayata sarılmayı imliyor. Ancak hep bilinmezliğin hayaletleri ile çevirili olmak, hep bir temkinlilik de oluyor sonucu. Ebedi bir çaresizlik demek bu aynı zamanda. Yani tam tersinden bakıp sağlıksızlaştırıcı olduğu da söylenebilirdi, komplo teorilerinin getirdiği yılgınlık gibi…

Bunun bir alt grubunu kuramsal olarak öngörülen ama pratikte ulaşılamayan bilgi ve bu bilgiye duyulan merak oluşturuyor: evrenin sınırlarının dışında ne var; beyin gerçekliği nasıl algılar; kansere gerçekten yol açan nedir; ilk şiir nasıl çıktı ortaya ve saire ve saire. Hepsi de bilmediğini bilmenin ortaya çıkardığı sorular, bilmediğini bilmek soru sordurtuyor çünkü. Bilinen bilinmeyen, aslında soru sorulan bu bölgeden oluşuyor. Demek ki bilinenler, (bilinen) bilinmeyenleri üretiyor hep. Bilinmeyen, bilinene paralel artıyor. Soru sormak burada, bilmediğine boyun eğmeyip zinde kalmanın çaresi ve göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Her yanıt yeni sorulara yol açtığından bilgi, bir yönü olan vektörler gibi çıkıyor karşımıza. Tabii yanlış sorular da var, o ayrı. 

Bir diğer alt grubu ise kuramsal olarak öngörmediğin ama yaşam deneyiminle sezinlediğin eksiklikler oluşturuyor: bir dostunun sana içini dökmesi ama asıl meselenin henüz hiç konuşulmadığı veya dostuma ne söylersem söyleyeyim düşündüğümü hiç anlatamayacak olmam; bir yabancının gizemli sessizliği; bir soykırımın yapılmış olduğunu vicdanında sezinliyor oluşun ve saire. Bilmediğini bile bilmediğine yaklaştığın yerler. Bilge, bunu başaran kişi olabilir mi acaba?

Dünyanın bildiğimizle sınırlı olduğuna dair inatçı bir bağnazlığımız da var, bilmediğimizin keşfine dair beklenmedik bir arzumuz ve hayal gücümüz de. Tabii ironik de bir durum bu, bildiğinin ancak bilmediğinin bilgisiyle değer kazanıyor, işlevleniyor oluşu. Kuşkusuz, ölümlü varoluşumuzun ne ilk ne de son tuhaflığı. Öyle ya ölümsüzler bilgiyi ne yapacak. Sır perdesinin aralanması, ölümlülüğümüzü delmek gibi bir haz veriyor olsa gerek. Bilinmeyene doğru ilerlemek, adım adım fethetmek ne tatlı değil mi? Ölümlülük düşüncesinin pençesinden sıyrıldığımız yanılsamasına kapıldığımız tüm diğer anlar gibi: sevişmek gibi, dostu kucaklamak gibi, torununun büyüdüğünü izlemek gibi… Tabii ki kısa bir süre için. Ama neler yapmıyoruz ki o kısa süreler için.

Ancak bir de bilmediklerini bilmediğin var. Bu korkunç işte. Örnek vermek de zor, adı üstünde, bilinemediği için. Ama provoke ediyor düşüncesi. Belki tarihsel bir örnek: Newton’dan önce bilinmeyen kütleçekiminin, nasıl yayıldığının hiç bilinememesi gibi. Veya cinsel ilişkiyle üreme arasındaki ilişkinin bilinemediği tarih öncesinde durup dururken içinden yeni bir insan (bebek) çıkarabilen kadına tapılması gibi. Basit bir ölümlü de değil, zavallı bir ölümlü olmak tehlikesi var. Bu yüzden belki daha temkinli olmak lazım, ama temkin düşünmenin zayıflatılması demek olurdu. Hükmedemediğin bilinmezliğin gelip seni ele geçirmesi gibi, sen farkına bile varmadan. Oysa sen tam da onu ele geçirmek için çıkmışken yola. Ama aslında bir sorun da yok ortada çünkü bilmediğini bile bilemiyorsun işte ve dolayısıyla hesaba katmanın da bir anlamı yok.

Donnerstag, 24. Oktober 2019

Brunnenmarkt



ist der Ort. Wo man nahekommt, ohne sich zu berühren. Dort, wo zwar der gute Wille am Werk ist, aber lediglich den Kontrast sichtbar macht. Man geht aufeinander zu, jeder bleibt doch zu Hause. Man kommt zusammen, um zu sehen, dass das nicht geht. Man ist auf dem gleichen Grund Hintergrund zueinander. Die beiden Seiten des Mondes sind am gleichen Ort. Der Andere ist so real und gleich abwesend.

Die Sehnsucht ist da, wer ist aber der andere? Die, die Trost suchen, bekommen die Bitterkeit zurück. Der gute Wille spürt die Grenze und ihre Unüberschreitbarkeit. Die andere Seite ist so nah und fern. Die große Unübersetzbarkeit entleert den Raum.

Wenige verwirrte Wesen wechseln zwischen den Seiten. Doch vergessen sie beim Aufenthalt einer Seite die andere gleich. Die stummen Nomaden. Man weiß das wenigstens, dass die beiden Seiten unübersetzbar bleiben. Eine Brücke der Unübersetzbarkeit? Fern den beiden und einsam. In der Einsamkeit des Seitenspringers. Wie verhält sich die Übersetzung einer Unübersetzbarkeit? Ein Sprachlossein in Ermangelung großer Lösungen? Eine Übersetzung der kleinen Schritte im geschichtlichen Prozess vielleicht? Haben wir die Lust und den Drang dazu?

Julischka Stengele übergab in ihrer Performance in der 20 Jahre Feier von Soho in Ottakring jeweils eine Perle aus ihrem Mund in die Weingläser und servierte sie zu den eingeladenen Gästen. Würden Sie aus einem von diesen Gläsern trinken?