Antik Gondişapur kenti, o da artık bir görünmez olarak duruyor. |
Şu enfes ve manifestovari pasaj, Hilmi Ziya Ülken’in 1935 tarihli Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı kitabının giriş bölümünde duruyor: “Tek bir medeniyet vardır: O da insan toplulukları arasındaki karşılıklı tesirlerin büyümesi, çoğalması ve genişlemesidir. Çarpışmanın doğurduğu kıvılcım yerini değiştirebilir. Fakat bu, daha zengin yayılma yerleri bulmak içindir.”[1] Peki bu tesirler nasıl oluşacak veya yayılacak? Sözel yolla etkileşimlerin yayılması yüzyıllara varır. Bunu hızlı ve Ülken’in dediği gibi bir çarpışma biçiminde yapmak istersek çeviriden başka yolu yok. Peki ya bu çarpışmayı rastlantılara bırakmamak, sistematik bir biçimde yapmak istersek?
İşte
tarihin belirli dönemlerinde özel bir kristalleşme oluşmuş: Çeviri evleri veya
okulları. İlki 3. yüzyılda İran’da I. Şapur’un hükümdarlığında
kurulan Gundişapur Akademisi
(Cündişâpûr). Bilinen ilk eğitim hastanesine, tıp akademisine sahip olan Akademi’de Hint
ve Yunan felsefesi ve diğer bilimler de okutulur. Öncelikle bir çeviri evi
değildir ama “Doğu”nun ve “Batı”nın bilgisi ancak çeviriyle bir araya gelir. Moğollar
tarafından yıkılan bu Akademi’den geriye çok az iz kalır[2].
Gundişapur 9. Yüzyılda Bağdat’ta kurulan
bilim akademisi Beyt’ül Hikmet’e (Hikmet
Evi) örnek oluşturur. Bunda da başrolü Abbasiler’de uzun dönem vezirlik yapmış
İran kökenli Barmakid hanedanı oynar. Bu entellüktüel hanedanın kütüphanesi bir
çekim merkezidir ve hangisiyle başladığı tam olarak bilinmese de (Harun
er-Reşid?) Halife himayesinde kitaplar bu kütüphaneden başlayarak Suriyeli Hristiyanlar
tarafından çevrilir. Yunancadan Arapçaya zaman zaman 90 çevirmenin çalıştığı
söylenen Beyt’ül Hikmet’te, rasathane
ve hastanenin yanında bir akademi ve büyük bir kütüphane de mevcuttur. Beş yüz
yıla yakın hizmet verir ve yine Moğollar tarafından yakılıp yıkılsa da bu
çeviriler İber Yarımadası’na ulaşır.[3]
Dünyayı değiştiren veya şimdi içinde
yaşadığımız dünyayı kuran bu evlerden bir diğeri de Toledo’da (Tuleytula)
kurulur. 12. Yüzyılda tekrar İspanyolların eline geçen Toledo’da içinde Arapça
yapıtların bulunduğu kütüphanelerdeki kitapların içindeki bilgilere ulaşma
isteği, kapsamlı bir çeviri girişimini başlatır. Arap ve Orta Asya’nın yanında
Yunan bilim (tıp,
matematik, hendese, astronomi) ve felsefesi de
Arapçadan Latinceye çevrilmeye başlanır. Bağdat’ta Beyt’ül Hikmet’te Yunancadan Arapçaya çevrilenler, sonradan Toledo Çeviri Okulu adı verilen bu evde Latinceye
çevrilir. Bu çeviri faaliyetleri sayesinde “Batı” ve “Doğu” birbirlerinden
haberdar olur, dahası “Batı” kendinden haberdar olur.
Olur, ama benim gibiler için ilginç olan,
tüm bu “ev”lerin birbirlerini örnek aldıklarının söylenmesine karşın bunun
genel kalması, hangi niteliğinin örnek alındığına dair bir kaydı bulunmaması. Hepsi bir öncekinden etkilenmiş etkilenmesine ama etkinin ne olduğu
anlatılmıyor. Herhalde yalnızca varlıklarından etkilenmişler, bunun dışında
nasıl bir etki olduğuna dair bir kayıt olmadığı gibi zaten bir önceki okulda
çevirinin nasıl yapıldığına, hangi ekollerin hüküm sürdüğüne, çevirmenlerin
kimler olduğuna, toplumdaki konumlarına, çevirinin koşullarına vs. dair bir
kayıt da yok. Hepsi de çeviri evi, ama hep çevirinin sonuçları (hangi
kitapları, metinleri çevirdikleri) konuşuluyor,
faaliyetin kendisi ve kahramanları yok. Çevirinin gerçekleştiğini biliyoruz,
kendisini ve failini bilmiyoruz, her ikisi de görünmez kalıyor. Çevirinin büyük
yazgısı…
Tabii okudukça etkileniyor insan ve
ister istemez hayal kuruyor, eğer bugün böyle bir şey yapılsaydı nasıl olurdu
diye. Hayal kurmaya gerek yok, bugünkü hali Klaus Birkenhauer ile Elmar Tophoven’in
kurduğu Avrupa Çevirmenler Topluluğu Straelen’da
duruyor (bundan sonra kısaca Straelen diyeceğim). Tanışma onuruna sahip olduğum
Renate Birkenhauer’in söylediğine göre Straelen’daki bu ev de bir önceki evi, yani
Toledo’yu örnek almış kendisine. Ancak bariz bir farkla: Straelen’da ürünler
değil çeviri ve çevirmen ön planda duruyor. Ve Kuzey Ren-Batı Falya eyaleti
tarafından desteklenen bu cömert girişimden, Alman edebiyatından çeviri
yapmayanlar da yararlanabiliyor, yani Alman ulusal çıkarlarına hizmet diye bir
kıstas yok burslarda. Nasıl olur diyeceksiniz, olur, çünkü bu muazzam misyona
bir barış girişimi olarak bakılmış. Evet, sadece Ülken’in dediği gibi uygarlık
değil, aynı zamanda bir barış girişimi. İnsanın ufku açılıyor değil mi?
Barış, çünkü öncelikle sınırları
kaldırıyor. Straelen Almanya’nın Hollanda sınırında küçük bir kasabası. Bir
çeviri evi için ideal bir konum, çevirinin yaptığını yapmak, sınırda durup
sınırı ortadan kaldırmak üzere. Önceden de öyle pek ciddiye alınacak bir sınır
hali yoktu burasının, ama tabii Avrupa Birliği ve Schengen ile birlikte artık
iyice kurgusal bir hal almış. Yine de AB’nin kaldırdığı sınırlar görünüyor,
ancak çevirinin kaldırdığı sınırlar görünmüyor.
Çevirinin kaldırdığı sınırları bir yana
bırakalım, çeviri dünyaları çok uzaklardan ilişkilendiriyor ve kuruyor, daha bunu fark eden yok. Binlerce
yıldır yapıyor bunu çevirmenler, siz gece uyurken dünyaları iç içe geçiriyor,
birleştiriyor, ayağınıza getiriyor her şeyi. Orhan Veli’nin “Dalgacı
Mahmut”unun göğü maviye boyadığı gibi. Sabah uyandığınızda bunu bir olağanlık
olarak alıyorsunuz. Ayrımcılık
insanların kopuklukları nedeniyle güçlenebiliyorsa ve buna karşın barış birbirleriyle
ilişkilenmeleri sayesinde kurulan ve kolaylaşan bir olguysa, dünyanın her bir
yanındaki düşünce ve yaratıcılıkları birbirleriyle ilişkilendiren çeviri haydi
haydi bir barış girişimidir. Hem de en âlâsından!
Straelen’da
her şey çevirmenler için ve alışkın olmadığım bir cömertlik ve güleryüzlülük
içinde. Toledo (ve Beyt’ül Hikmet gibi) bir
kütüphaneye sahip, üstelik 125 bin kitaptan oluşuyor, ancak bu kitaplar
çevirmenler yararlansın diye orada duruyor. Garipsediğimi hemen söylemek
istiyorum. Dedim ya, çevirmenler sizin dünyalarınızı kurarlar ama onları
bilmezsiniz diye. Eksik kaldı bu cümle. Sadece bilmez değil bilmek de
istemezsiniz aslında. Okuduğunuz ve etkilendiğiniz, hayran kaldığınız
yazarlarla kurduğunuz eşik altı, libidinal veya mahrem ilişkide rahatsız edici
bir unsurdur çevirmen. Aradan çıksın istersiniz. Onun özgül etkisi, yazara
giderken rahatsız edici bir aracıdır ve görmezden gelinmelidir. Bir büyük
görmezden gelmedir bu, o kadar ki bu baskıya çevirmen de boyun eğer. Veya en
başından bunu kabul edenlerin yapacağı meslektir bu. Çevirmenler için en
görünmez kahramanlardır desem yanlış mı olur?
İtiraz
da etmezler bu duruma, hatta korkarım, itiraz edebilecek aşama çoktan geçilmiş ve
bir kendini unutuşa dönüşmüştür. Faaliyetin önemiyle, bunu yapanların sosyal
önemsizliğinin oransızlığı ya da ters orantısı ve bu konudaki suskunluk, dille
yoğrulan bu insanların dilsizliği şaşırtıcıdır. Ben öyle değilim ve diğer
çevirmenlere tuhaf gelen de bazen bu oluyor. İşte bu görünmezliğin bir başka
tuhaflıkla karşılaştığı yer Straelen’daki çevirmen evi. Kapıdan içeri adımızı
attığınız anda sadece önemsenmezsiniz, aynı zamanda ilginin odağısınızdır. Her
şey sizin rahatınız için düşünülmüştür. Ne hoş değil mi? Evet hoş, ama Turgut
Uyar’ın dediği gibi, bir de buna inanmam gerekiyor.
[1] Hilmi Ziya
Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin
Rolü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, sayfa 2.
[2] Gundi-Şapur Akademisi, Heinz Herbert Schoffler, çeviri: Sedat Umran , Vedii İlmen, Yaba Yayınları, 2008.
[3] Kayıp Aydınlanma,
S. Frederick Starr,
çeviri: Yusuf Selman İnanç,
Kronik Kitap,
2019.
Ayrıca: Hikmet Evi, Jonathan Lyons, çeviri: , Mehmet Savan, Doğan Kitap, İstanbul, 2012
Ayrıca: Hikmet Evi, Jonathan Lyons, çeviri: , Mehmet Savan, Doğan Kitap, İstanbul, 2012