Mittwoch, 25. März 2020

Çevirinin görünmezi

Antik Gondişapur kenti, o da artık bir görünmez olarak duruyor.




















Şu enfes ve manifestovari pasaj, Hilmi Ziya Ülken’in 1935 tarihli Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı kitabının giriş bölümünde duruyor: “Tek bir medeniyet vardır: O da insan toplulukları arasındaki karşılıklı tesirlerin büyümesi, çoğalması ve genişlemesidir. Çarpışmanın doğurduğu kıvılcım yerini değiştirebilir. Fakat bu, daha zengin yayılma yerleri bulmak içindir.”[1] Peki bu tesirler nasıl oluşacak veya yayılacak? Sözel yolla etkileşimlerin yayılması yüzyıllara varır. Bunu hızlı ve Ülken’in dediği gibi bir çarpışma biçiminde yapmak istersek çeviriden başka yolu yok. Peki ya bu çarpışmayı rastlantılara bırakmamak, sistematik bir biçimde yapmak istersek? 

İşte tarihin belirli dönemlerinde özel bir kristalleşme oluşmuş: Çeviri evleri veya okulları. İlki 3. yüzyılda İran’da I. Şapur’un hükümdarlığında kurulan Gundişapur Akademisi (Cündişâpûr). Bilinen ilk eğitim hastanesine, tıp akademisine sahip olan Akademi’de Hint ve Yunan felsefesi ve diğer bilimler de okutulur. Öncelikle bir çeviri evi değildir ama “Doğu”nun ve “Batı”nın bilgisi ancak çeviriyle bir araya gelir. Moğollar tarafından yıkılan bu Akademi’den geriye çok az iz kalır[2].

Gundişapur 9. Yüzyılda Bağdat’ta kurulan bilim akademisi Beyt’ül Hikmet’e (Hikmet Evi) örnek oluşturur. Bunda da başrolü Abbasiler’de uzun dönem vezirlik yapmış İran kökenli Barmakid hanedanı oynar. Bu entellüktüel hanedanın kütüphanesi bir çekim merkezidir ve hangisiyle başladığı tam olarak bilinmese de (Harun er-Reşid?) Halife himayesinde kitaplar bu kütüphaneden başlayarak Suriyeli Hristiyanlar tarafından çevrilir. Yunancadan Arapçaya zaman zaman 90 çevirmenin çalıştığı söylenen Beyt’ül Hikmet’te, rasathane ve hastanenin yanında bir akademi ve büyük bir kütüphane de mevcuttur. Beş yüz yıla yakın hizmet verir ve yine Moğollar tarafından yakılıp yıkılsa da bu çeviriler İber Yarımadası’na ulaşır.[3]
 
Dünyayı değiştiren veya şimdi içinde yaşadığımız dünyayı kuran bu evlerden bir diğeri de Toledo’da (Tuleytula) kurulur. 12. Yüzyılda tekrar İspanyolların eline geçen Toledo’da içinde Arapça yapıtların bulunduğu kütüphanelerdeki kitapların içindeki bilgilere ulaşma isteği, kapsamlı bir çeviri girişimini başlatır. Arap ve Orta Asya’nın yanında Yunan bilim (tıp, matematik, hendese, astronomi) ve felsefesi de Arapçadan Latinceye çevrilmeye başlanır. Bağdat’ta Beyt’ül Hikmet’te Yunancadan Arapçaya çevrilenler, sonradan Toledo Çeviri Okulu adı verilen bu evde Latinceye çevrilir. Bu çeviri faaliyetleri sayesinde “Batı” ve “Doğu” birbirlerinden haberdar olur, dahası “Batı” kendinden haberdar olur.  

Olur, ama benim gibiler için ilginç olan, tüm bu “ev”lerin birbirlerini örnek aldıklarının söylenmesine karşın bunun genel kalması, hangi niteliğinin örnek alındığına dair bir kaydı bulunmaması. Hepsi bir öncekinden etkilenmiş etkilenmesine ama etkinin ne olduğu anlatılmıyor. Herhalde yalnızca varlıklarından etkilenmişler, bunun dışında nasıl bir etki olduğuna dair bir kayıt olmadığı gibi zaten bir önceki okulda çevirinin nasıl yapıldığına, hangi ekollerin hüküm sürdüğüne, çevirmenlerin kimler olduğuna, toplumdaki konumlarına, çevirinin koşullarına vs. dair bir kayıt da yok. Hepsi de çeviri evi, ama hep çevirinin sonuçları (hangi kitapları, metinleri çevirdikleri) konuşuluyor, faaliyetin kendisi ve kahramanları yok. Çevirinin gerçekleştiğini biliyoruz, kendisini ve failini bilmiyoruz, her ikisi de görünmez kalıyor. Çevirinin büyük yazgısı…

Tabii okudukça etkileniyor insan ve ister istemez hayal kuruyor, eğer bugün böyle bir şey yapılsaydı nasıl olurdu diye. Hayal kurmaya gerek yok, bugünkü hali Klaus Birkenhauer ile Elmar Tophoven’in kurduğu Avrupa Çevirmenler Topluluğu Straelen’da duruyor (bundan sonra kısaca Straelen diyeceğim). Tanışma onuruna sahip olduğum Renate Birkenhauer’in söylediğine göre Straelen’daki bu ev de bir önceki evi, yani Toledo’yu örnek almış kendisine. Ancak bariz bir farkla: Straelen’da ürünler değil çeviri ve çevirmen ön planda duruyor. Ve Kuzey Ren-Batı Falya eyaleti tarafından desteklenen bu cömert girişimden, Alman edebiyatından çeviri yapmayanlar da yararlanabiliyor, yani Alman ulusal çıkarlarına hizmet diye bir kıstas yok burslarda. Nasıl olur diyeceksiniz, olur, çünkü bu muazzam misyona bir barış girişimi olarak bakılmış. Evet, sadece Ülken’in dediği gibi uygarlık değil, aynı zamanda bir barış girişimi. İnsanın ufku açılıyor değil mi?

Barış, çünkü öncelikle sınırları kaldırıyor. Straelen Almanya’nın Hollanda sınırında küçük bir kasabası. Bir çeviri evi için ideal bir konum, çevirinin yaptığını yapmak, sınırda durup sınırı ortadan kaldırmak üzere. Önceden de öyle pek ciddiye alınacak bir sınır hali yoktu burasının, ama tabii Avrupa Birliği ve Schengen ile birlikte artık iyice kurgusal bir hal almış. Yine de AB’nin kaldırdığı sınırlar görünüyor, ancak çevirinin kaldırdığı sınırlar görünmüyor.
Çevirinin kaldırdığı sınırları bir yana bırakalım, çeviri dünyaları çok uzaklardan ilişkilendiriyor ve  kuruyor, daha bunu fark eden yok. Binlerce yıldır yapıyor bunu çevirmenler, siz gece uyurken dünyaları iç içe geçiriyor, birleştiriyor, ayağınıza getiriyor her şeyi. Orhan Veli’nin “Dalgacı Mahmut”unun göğü maviye boyadığı gibi. Sabah uyandığınızda bunu bir olağanlık olarak alıyorsunuz. Ayrımcılık insanların kopuklukları nedeniyle güçlenebiliyorsa ve buna karşın barış birbirleriyle ilişkilenmeleri sayesinde kurulan ve kolaylaşan bir olguysa, dünyanın her bir yanındaki düşünce ve yaratıcılıkları birbirleriyle ilişkilendiren çeviri haydi haydi bir barış girişimidir. Hem de en âlâsından!

Straelen’da her şey çevirmenler için ve alışkın olmadığım bir cömertlik ve güleryüzlülük içinde. Toledo (ve Beyt’ül Hikmet gibi) bir kütüphaneye sahip, üstelik 125 bin kitaptan oluşuyor, ancak bu kitaplar çevirmenler yararlansın diye orada duruyor. Garipsediğimi hemen söylemek istiyorum. Dedim ya, çevirmenler sizin dünyalarınızı kurarlar ama onları bilmezsiniz diye. Eksik kaldı bu cümle. Sadece bilmez değil bilmek de istemezsiniz aslında. Okuduğunuz ve etkilendiğiniz, hayran kaldığınız yazarlarla kurduğunuz eşik altı, libidinal veya mahrem ilişkide rahatsız edici bir unsurdur çevirmen. Aradan çıksın istersiniz. Onun özgül etkisi, yazara giderken rahatsız edici bir aracıdır ve görmezden gelinmelidir. Bir büyük görmezden gelmedir bu, o kadar ki bu baskıya çevirmen de boyun eğer. Veya en başından bunu kabul edenlerin yapacağı meslektir bu. Çevirmenler için en görünmez kahramanlardır desem yanlış mı olur?

İtiraz da etmezler bu duruma, hatta korkarım, itiraz edebilecek aşama çoktan geçilmiş ve bir kendini unutuşa dönüşmüştür. Faaliyetin önemiyle, bunu yapanların sosyal önemsizliğinin oransızlığı ya da ters orantısı ve bu konudaki suskunluk, dille yoğrulan bu insanların dilsizliği şaşırtıcıdır. Ben öyle değilim ve diğer çevirmenlere tuhaf gelen de bazen bu oluyor. İşte bu görünmezliğin bir başka tuhaflıkla karşılaştığı yer Straelen’daki çevirmen evi. Kapıdan içeri adımızı attığınız anda sadece önemsenmezsiniz, aynı zamanda ilginin odağısınızdır. Her şey sizin rahatınız için düşünülmüştür. Ne hoş değil mi? Evet hoş, ama Turgut Uyar’ın dediği gibi, bir de buna inanmam gerekiyor.


[1] Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, sayfa 2.
[3] Kayıp Aydınlanma, S. Frederick Starr, çeviri: Yusuf Selman İnanç, Kronik Kitap, 2019.
Ayrıca: Hikmet Evi, Jonathan Lyons, çeviri: ,
Mehmet Savan, Doğan Kitap, İstanbul, 2012