Babamdan miras bir
konsantrasyon eksikliği var bende. İlkokuldan beri muzdaribim bundan. Şöyle
oturup aralıksız saatlerce nasıl çalışılır bilmem. Hayran oluyorum bunu
yapabilenlere ama hayranlık beni kurtarmaya yetmiyor. Evde veya yurtta, ne
zaman masa başına geçsem elli türlü mazeret buldum tekrar oturduğum o yerden
kalkmak için. Çalışmadan ders vermenin gerçekten mümkün olmadığı Viyana
Teknik’te ise bu eksiklik bir kriz halini aldı, yurt odam bir çırpınışın yeri
oldu.
Şiir yazılarımı yazdığım ve
çevirilerimi yaptığım yer, yirmi yıldır bu yüzden yollar ve kafeler oldu hep.
Ancak salgınla birlikte kafeler kapatılınca kalakaldım ortada. Parklara gitmeye
başladım ama aynı şey değildi. Soğuğa maruz kalıyorsunuz, yanınıza birileri
oturup lafa tutmaya kalkıyor, dört yanı açık bir yerde oturuyorsunuz vs. Park yine
de evden daha iyiydi ama o da yurt odasındaki çırpınışın yerini bir kıvranış almış
oldu böylece. İlkinde uyaranların eksikliği vardı, ikincisinde ise fazlalığı. Alıştığım
bir dışarısının (kafe) olmaması gösterdi ki, meğer bir içerisi de (ev) yokmuş.
Oysa tanıdığım herkes evinde
çalışıyor, evde kendilerine bir çalışma ortamı kurmuşlar, çoğunun bir çalışma
odası var. İlk defa çalışma odasının ne olduğunu idrak ettim: içine girince
zihninizin, o sıralar çalıştığınız konu neyse ona odaklandığı ve kağıda
dökülmeye hazırlandığı mekânsal düzenleme. Zaman içinde kurulmuş veya oluşmuş ve
korunması gereken bir düzeni, takıntı ritüelleri ve fetiş ikonalarıyla bir mabet.
Bende bu hiç olmadı, dediğim
nedenlerden olamadı. Peki neden kafelerde çalışabiliyorum? Kafenin bana
yazarken sağladığı bir şey olmalı. Ne oluyor da orada huzursuzluğumdan sıyrılıyorum?
Bunun nasıl yazıyor olmamla ilgili olduğunu fark ettim geçende. Hep dağınıklıklar
içinde buluyorum yolumu yazarken; sıçramalar ve çağrışımlarla ilerliyor beynim.
Ne öyle yazılacak sahayı daha en baştan görmek var bende, ne de bir nokta
üzerinde derinleşmek ve keskinleşmek. Buluşlar belirliyor bende akışı.
Derinleşmek ve bağlantılandırmak ise daha sonra, aynı metnin tekrar tekrar okunması
ve düzeltilmesiyle geliyor ki her bir düzeltinin de kısmen birer sıçrama olduğu
söylenebilir.
Düzenle karmaşa arasında gereksindiğim
dengeyi, korunaklılıkla açıklık arasında bir çözüm olan kafeler veriyor sanırım.
Başımı öne eğer eğmez kimseyi görmediğim, kimsenin beni rahatsız etmediği bir düzendeyim;
başımı kaldırmamla birlikte de çok sayıda insanın çeşitli düzenlerinin bir
aradalığının oluşturduğu bir karmaşadayım. Sıçrama ve çağrışımlar için karmaşa,
onların bir akışa soğrulması için düzen. Zihnim çalışma modunu, dolulukla
boşluğun, kırıştıranla ütüleyenin bu birbirine zıt güçlerinin işbirliğine
girmeleriyle buluyor. Kafeler, benim için düzenle karmaşanın bu dengesinin
mekânsal karşılığı oluyorlar.
Durum bu olunca hangi
kafelerin uygun, hangilerinin uygunsuz olduğu da netleşmeye başlıyor. Müzikli
olanlar uygun değil çünkü serbest sıçramalar için ihtiyacım olan karmaşaya kendi
düzenleriyle tecavüz ediyorlar. Masaların yakın olması ve meraklı insanlar
topluluğu da, soruşturucu bakışları, söze girmek için fırsat kollamaları ve dahi
girmeleriyle mekandan soyutlanıp kendi düzenime çekilmemi engelliyorlar.
Tamamen yabancı kafeler zihnimin iç mekanla meşgul olup yazıya dönememesine
neden oluyor. Ama bunun da bir kuralı yok, yabancı kentlerdeki kafelerde bazen
şaşırtıcı derecede iyi çalıştığım oluyor. Beni tanıyanların olduğu, sohbet
etmek istedikleri mekanlar bu anlamda bir kabus, özellikle Türkiyeli olanları
sormadan oturuyorlar yanınıza. Bir keresinde Café Museum’da masa böyle sekiz
kişiye çıkmıştı ve son gelen iki kişiyi
hiç tanımıyordum (ve sonra kalkıp gittiğimde de fark eden olmadı zaten). Ne tandık ne
yabancı olması lazım mekanın.
Bir karmaşayı uzun süre
seyrederseniz içinde bir düzen belirmeye başlayabiliyor ya da en azından
zararsız veya rahatlatıcı bir rastlantı eşiği olarak arka plana atılabiliyor.
Tam tersine düzen olarak gördüğünüz dağılıma odaklanırsınız, içinde
barındırdığı karmaşalar dikiliyor karşınıza. Dolayısıyla düzen ve karmaşa,
baştan belirli ve herkes için aynı denge değil. Yer değiştiriyorlar ve bu oyunu
oynayan da sizin zihniniz. İhtiyaca göre. İyi şiirlerde de böyle değil mi?
Aslında düşünme tarzım ve
sonucu olarak kafelerde aradığım denge, şiirle ve de uğraştığım tür şiirle
kurduğum ilişkiyi de açıklıyor. Gözle takip edilen bir okumadan, bir
noktasından her yerine sıçranabilinen, umulmadık yerleri arasında bağ kurulan şiirlerden hoşlanıyorum. Canımın istediği gibi ve istediği yere
yoğunlaşabilmekten. Belki de bu yüzden şiirle ve modern şiirle uğraşıyorumdur. Ve
bu yüzden şiir, düşünmem ve seçtiğim kafeler, hepsi bir ve aynı şeydir.