Donnerstag, 21. Oktober 2021

Eski başlangıçlar

 

 

Yeni başlangıçlar vardır tabii, hem de çok büyük başlangıçlar. Ama nadiren olur bu çünkü bilemezsiniz yeniyi, ilişkilenemezsiniz.  En büyük dönüşümümü böyle tamamen yabancı, hiç ama hiç anlamadığım bir sempozyumla yaşadım. Anlamamayı küçümsememek lazım, anlamamak var anlamamak var ve körlüğün kutsanmasından da bahsetmiyorum. Nadiren olur bu, ama avangardın bir meşruiyetini oluşturur. Yeni başlangıçlar için yepyeni araçlar gerektiği, aksi takdirde eskiden hiç çıkılamayacağı düşünülür, sanatta da böyle düşünülür. Oysa zordur her şeyiyle yeni olanı algılamak.

Yeni öğelerden oluşan bir yapıtı içeri alabilmemiz için bir miktar eski, yani bir ayağın içeride bir ayağın dışarıda duruyor olması gerekir. Örneğin raslamsal müziğe sokulmak isteyenlere John Cage’in (yarısı bildik, ancak diğer yarısının tellerine vida, silgi, tırnak, kâğıt vs. sıkıştırdığı tuşlardan oluşan) prepared piano’su ile yaptığı çalışmalar, Iannis Xenakis’in stohastik modellemelerinden daha fazla şans tanır. Bach’ın “tempered” pianosuna bir yanıt olarak gelmiştir bu “prepared” piyano ve notalardan tınıların çağına geçildiğini gösterir. Bir kez geçtikten sonra siz de Xenakis’te kendi başlangıcınızı arayabilirsiniz.

Topyekün bir yeni, bir şok yaşatabilir ya da görmezden gelinebilirdi ve her iki durum da hiç ilişki kurulmamasıyla sonuçlanabilirdi. Evlerde de böyledir bu. Genç evlilerin yerleştiği yeni binalardaki sıfır kilometre konutlar itiraf edilemeyen bir şok ve ilişkilenme çaresizliği içerir. Yeni mobilyalarla döşenmiş çağrışımsız mekanlarda yaşanılan da öncelikle dil yitimidir. Taze boyanmış, bakımla sıfırlanmış duvarların kayganlığı tutunacak bir doku sunmaz insana. Müteahhitlerin ve mobilya tasarımcılarının sunduğu sürprizsiz, inceliksiz ve düz işlevselcilik, büyük bir indirgeniştir ve ne başkaldıracak ne de dönüştürecek bir yapı sunar insana. Bu çıplak yalıtıklık yeni başlangıçlardansa çok eski başlayamamalara, başlayamayacak olmalara adaydır. Arayıp da bulmadan bir başlangıç mümkün mü?  

Evim “benim” tarihim değil sadece, daha ziyade ben evimin tarihinde bir pasajım. Mutfak dolabının arkalarından II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir gaz maskesi çıktığında da böyle bu, badana yapmadığım duvarlarının anlamlandırılmayı bekleyen girinti çıkıntılarında da. Ve ayrıca ev sadece benim evim de değil, ev bu evden geçenlerin bıraktıkları izlerde veya yerlerini değiştirdikleri eşyalarda ve benim onlara dokunmayışımda da ev. Böylelikle bir parça onların da olan bu evi sahiplenmelerine, bu sayede de sahipli kalmalarına engel olmuyorum. Sırf bu da değil, ev sadece benim biçim verdiğim düzeninde değil, ev aynı zamanda benim kontrol yitimimde ve tutukluklarımda: dağılma eğilimindeki kitaplığıma, neyin ne olduğunun ayrıştırılamadığı ve tazeyle bayatın bir olduğu baharat dolabına müdahale etmeyişimde de ev.

Ama belki daha çok o ev denen muazzam bünyeyi, içinde sadece olduklarımın değil olmadıklarımın da barındığı o bünyeyi, ve o bünyeyle birlikte kendimi var kılmak için. Her yere yayılan ve bana karşı bir hayvan o ve o hayvan benim. Mevcudiyetler ve namevcudiyetlerle buradayım. Bilemediğim dengelerine saygı duyarak ve anlamaya çalışarak. Kolay değil, yeni bir mobilyanın bile yerini ancak beş yılda bulduğu düşünülecek olursa.

Peter Waterhouse “İyi bir evin önemli bölümü hiçbir şeyden ibaret değil miydi?” diye soruyor veya aslında yanıtlıyor (Başka İnsanlar, sayfa 12). Peki ama bu hiçbir şeyin kendisi neyden ibaretti? Bazen belki kendi halindeliğe bırakılmış bir sabunluk veya hiçbir duyguya değmeyen bir kablo veya örümceklerle paylaşılan bir niş… Kimine göre bir hiç kimine göre kaskatı bir unutulmuşluk… İyi bir insanın da önemli bölümü travmalardan ibaret değil mi? İyi bir evin bir bölümü böyle travmalardaki gibi yalıtılmış ve girişleri kontrol altına alınmış bölgelerden oluşuyordur belki. Birtakım çaresizliklerin katılaştırdığı, değiştirince veya atılınca kurtulunmuş olunmayan bölgelerden. Tekinsizlik payı olmayan bir bilgiden ne kadar emin olabiliriz veya bilmece olmadan nasıl evde olabiliriz?

Hep eski başlangıçlar yapıyor ve kim bilir belki de bu yüzden hep o eskilerde kalıyor, hep yeni sonlanışlarda kalıp duruyorum. Silerek başlamak yerine silinmişliklerimle birlikte başlamak istiyorum belli ki. Ve silinenler büyük bükülmeleri yaşatıyorlar hiç çaktırmadan. Belki hiç çıkamayacağım buradan ama çıkacaksam da eğer buradan çıkacağım. Labirentsiz çıkış olur mu? Nasıl çıkmıştı Behçet Necatigil? Modern şiirimizin en cesur ve en sert girişimi ortaya nasıl çıkmıştı?  Kaç tane çemberden çıkması gerekmişti Necatigil’in? Ve nasıl gömülmüştü ardından öncesinden de eskiye? İçine doğduğumuz değil içinden çıktığımız çemberler kadarız ve ancak böyle oluyoruz olduğumuz kadarını.