Dienstag, 22. Dezember 2020

Kütüphane kafenin yerini tutar mı?

 

Foto: Seda Tunç


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hükümetin yumuşatılmış corona önlemleri sadece kütüphanelerin açılmasına izin verince, bana da kütüphane yolu gözüktü ve bulabildiğim en ferah olanına iltica ettim. Kütüphaneler genellikle işimi halledip çıktığım, öyle uzun uzadıya oturmadığım yerler olduğundan bu yeni mekanda oldukça iğreti durduğumu, zorlandığımı söylemeliyim. Belli ki bu ikame ancak geçici bir ikamet olacak. Habitat değiştiren kuşların teyakkuzuyla oturuyorum. Peki ama niye?

Kafelerin bir olay spektrumu vardır: garson veya baristaların hareket ve ayak sesleri, kasanın açılıp kapanma tıngırdamaları, espresso makinasının hamarat hırlaması, kahve değirmeninin yırtıcı cırtlaklığı; müşterilerin masalarına yerleşme hareketleri ve o sırada çıkan sandalye gıcırtıları, sipariş ve teşekkür sesleri; gazete okurken sayfa çevirme hışırtıları; açılıp kapanan kapı, açılıp kapanan kapıyla gelen ürpertici soğuk; camdan el sallama enstantaneleri, sizi bölmek pahasına sohbet etmeye çalışanlar ve onların empati yoksunu şirin bakışları vs. Hangisinin ne sırayla, ne sıklıkla devreye gireceği önceden kestirilemeyecen bu ve benzeri öğeler, her gün değişen ama hep aşina kalınan bir orkestrasyonu oluşturur. Bu öğelerin teker teker tınılarından ve birlikte oluşturdukları akorlardan oluşan bir rastlantı dağılımını kendinize çalışma arka planınız yapar, geçici yurt edinirsiniz.

Kütüphanenin de bir olay spektrumu var: Kütüphanecilerin hareketleri, kütüphaneye geri getirilen kitapların kağıt torbadan çıkarılırkenki hışırtıları ve masaya bırakılma tıkırtıları, kısık sesle yapılan konuşmalar, canı sıkıldıkça merdiven aşağı-merdiven yukarı çıkıp inen kütüphane stajyerlerinin basamakların ahşabından çıkan ayak sesleri; masalarına yerleşen veya masasından ayrılan ziyaretçilerin sandalye gıcırtıları, klavye sesleri, zırt pırt sigara molasına çıkan öğrencilerin ayaklarından ve paltolarından çıkan hışırtılar, kahve otomatı gürültüsü, ani gelen aramalara kısık sesle yanıt verenlerin merak uyandırıcılığı vs. Bu orkestrasyonun rastlantı dağılımı ise arka plana itilemiyor ve sürekli beni meşgul ediyor.

Aslında birbirine çok benzeyen sesler ama olmuyor, kafedeki gibi rahat edemiyorum. Bunun niye böyle olduğuyla ilgili aklıma gelen ilk yanıt alışkanlık, yani alışık olmadığım bir rastlantı dağılımının, burada yeni olduğum için olsa gerek, sürekli dikkatimi çektiği ve dağıttığı. Oysa bu da diğeri gibi bir rastlantı dağılımı nihayetinde, üstelik de oldukça benzer. Ama yine de kafedeki seslerin yapısı ruhuma damgasını vurmuş ve bende belli bir beklenti dağılımını belirlemiş belli ki. Evet, sanırım iş bu beklentide kopuyor.

Daha önce de yazdım, çalışırken belli düzeyde uyarana, çevre gürültüsüne gereksiniyorum ve kütüphane bu gereksinimimle iki türlü çelişiyor: ses çıkmadığında uyaran eksik kaldığı; çıktığında ise bu bir kendini inkar haliyle geldiği için. Yokmuş numarası yapan kısık sesle yapılan konuşmalar veya kurallara özenlilik pandomimleri merak uyandırıyor, dikkat çekiyorlar. Oysa kafelerde tüm sesler, gömüldükleri yekpare bir ses halısının bir parçası olurlar ve zamanla orayı size eviniz yaparlar. O kadar ki, olmasalardı hoparlörden vermek gerekirdi. Kütüphanedeki sesler buna karşın çıplak bir odada aniden yere düşen bir eşya gibi çınlıyorlar.

Kafe özellikle gürültülü ve özellikle gürültüsüz olmayan bir yer, daha açık ifadeyle ne gürültülü ne gürültüsüz bir yer. Ne müzikli kafe, bar veya diskotekler gibi kendinizi unutmak ya da sadece bir kısmınıza indirgenmek için gittiğiniz bir yer ne de sınav salonu gibi sesin yalnızca gürültü olarak kodlandığı, görece steril bir yer. İlki ruhunuzu tıngırdatan hazların uyuşturan mekanıdır; ikincisi bilgiye ve düşünmeye yoğunlaşmanın, sese karşı en hassas olanların asgarisine indirgenmenin, sabitlenmiş mekanı.

O zaman kafe ne demek? Kafe olağan insani hareketlerin çıkardığı sesler konusunda uzlaşılmış, bu arka plan ses dağılımının bir sıcaklık olarak algılandığı yer. Diskoteğin sesleri kafede, kafenin sesleri ise kütüphanede gürültü geliyor. Dahası birinin ses düzeyi diğerinde imha edici oluyor. Birisi için düzen, diğeri için düzensizlik demek; birisinde yuva duygusu veren ses düzeyi diğerinde tehdit edici olarak alımlanıyor. Uyaranları, yoğunlaşmayla hazlara gömülme arasında bir hatta gidip gelen kafeler, yüzümüzü kolayca her ikisine de dönebilmemize imkan veren yerler.

 

Sonntag, 22. November 2020

İki derede bir arada

 Paris tecrübeleri üzerine

Paris Tecrübeleri, hayalini kursam ancak bu kadarını kuracağım bir kitap. Necmi Sönmez, Paris Tecrübeleri / École de Paris - Çağdaş Türk Sanatı: 1945-1965 adlı bu kitabında sanat tarihimizin az bilinen, ancak son derece kritik bir dönemini belgeleriyle önümüze getiriyor. 1945-1965 arasında Paris’te bulunan Türkiyeli sanatçılar ve girişimleri kitabın temel seyrini oluştururken girişimlerinin öneminin ve bizim onlara göstermediğimiz önemin gösterilmesi temel motivasyonunu oluşturuyor. Farklı bir gelenek ve farklı bir modernleşme aşamasından gelen sanatçıların Paris ekolünün günceline sıçrayabileceklerini, böyle bir şeyin mümkün olduğunu ve bunun her iki ülkenin sanat tarihine de bir etkisinin olabileceğini her iki tarafa bakarak gösteriyor.

Etki üzerine bir kitap her şeyden önce ve bu yanıyla da olanaksız bir kitap. Etki veya etkilenme, ne etkilenenin ne de dışarıdan bakanın kolayca ayırdına varabileceği, öyle kolayca kanıtlanamayacak, ancak sonuçlarıyla gösterilip iddia edilebilecek bir olgu. Gösterilmesi güç olduğu kadar hayati de olan bu olguya ne kadar yaklaşılabilirse o kadar yaklaşmış Sönmez. Sanatçıların günlük tutmayı ve yapıtlarının üretiliş koşulları üzerine konuşmayı pek sevmediği sanat ortamımızda Paris Tecrübeleri, beklenebilecek olandan fazlasını sunuyor.

Öykü, Léopold Lévy’nin Türkiye Cumhuriyeti Paris Talebe Müfettişliği tarafından seçilerek İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü şefliğine getirilmesiyle başlıyor. Lévy bu konumunu, belli bir akımın pedagojik beyin yıkayıcılığına değil tam tersine genç ressamların birtakım ‘sakat gramer’lerden kurtulmaları ve ‘kendilerini’ bulmalarına yönelik kullanıyor.

“Talebeler beni anlıyacaklar mıydı? Usûl ile hareket ederek evvela onlara, çetin çalışmalar sonunda elde ettikleri sakat bir grameri unutturmak lazım geliyordu. Bu sakat gramerin doğuracağı eserler ancak, medih ve mükafatları çeken süslü göz okşayıcı, fakat içsiz ve cevhersiz şeyler olabilirdi.

Lévy’nin bu tutumu, bu genç sanatçı adaylarının dimağlarında mümkün mertebe temiz birer sayfanın açılması demek. Sonuçta bu şanslı gençler, heyecanlarının onları yönlendireceği arayışlara açık bir halde Paris’e gelirler. Ve ayaklarının tozunu silmeden Paris’e hızla uyum sağlayıp oradaki sanatsal yönelimlerden kısa sürede etkilenip sergilerini de açarlar. Bir “eş zamanlı uluslararası diyalog” içine girerler:

1945’ten sonra farklı programlarla Paris’e yerleşen Türk sanatçıları çok kısa bir sürede gerçekleştikleri etkinliklerle, hem kendi kuşaklarından Fransız sanatçılar, hem de kendileri gibi Paris’e göç etmiş olan diğer uluslardan gelen sanatçılarla ‘eş zamanlı bir diyalog’ kurmayı başaracaklardı.

Bu nasıl mümkün olabilir diye soruyor insan. Mutlaka ki Lévy’nin istisnai tutumu önemli. Bununla birlikte benim bu konudaki kişisel inancım, engellenmediği durumda avangardın, tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda insan ruhunda filizlendiği yönünde. Belli dönemlerin belli biçimlerin önünü açtığına değil, yalnızca o biçimleri bastırmayı bıraktığına inanmak demek bu.

Sönmez, sonranın bu aktörlerinin sanat seyirlerinin izini teker teker sürüyor kitabında. Etkilenmelerinin ve bir süre sonra artık etkilenme adı altında anılamayacak gelişimlerinin kilometre taşlarını, gerek sergileri gerekse de eleştirmenlerin gösterdiği tepkiler üzerinden tutmuş. Paris sanat kamusu tarafından nasıl alımlandıklarını dönemin günceli içinden izlemek mümkün. Bir kuramın ipoteğine girmemiş veya bir kuram tarafından bulandırılmamış, olgusal kalmaya özen göstermiş bir kitap.

Bu ikinci etkilenme istasyonunu kitapta üçüncü bir istasyon, bu aktörlerin daha sonra Türkiye’nin sanat ortamını nasıl etkiledikleri bölümü izliyor. Kimsenin kolay kolay itirafta bulunmaya meraklı olmadığı bir konu olduğu düşünülecek olursa bu konuda somut kanıt bulmanın ne kadar zor olduğu kolayca düşünülebilir. Ancak bu kuşak veya Paris tecrübeleri ele alınmadığında sanat tarihimizde kocaman ve açıklanmayı bekleyen bir delik kaldığı da ortada.

Öte yandan sadece etkileri değil görünmez kalan, Paris ekollü bu sanatçıların kendileri de görünmez kalıyorlar. Dolayısıyla kitabın misyonu, bu sanatçıların görünmezleşmelerini  tekrar görünür kılmanın zorluğunu da taşıyor. O kadar ki aradan geçen zaman içinde görünürleştikleri de tartışılır. Şimdi bu resimlere bakıp her iki tarafı da gördüğümüzü düşünmek olsa olsa tatlı bir yanılsama olurdu.

Paris’e yerleşen sanatçıların 1947’den itibaren kişisel sergi açarak çalışmalarını sergilemeleri onların görünür olmasını sağladığı gibi, kendi kuşaklarının diğer temsilcileriyle Fransız müze koleksiyonlarında yer almalarını, diğer Avrupa kentlerinde ortak sergilere katılmalarını sağladı. 1945-65 arasında yoğunlaşan bu etkinlikleri büyüteç altına almak, Paris’te sadece kendi sanatlarına inanarak var olan sanatçıların zorlu çabalarının görünür kılınması için önemli bir adımdır.

İki farklı görünürlükten bahsediyor Sönmez: Paris’teki ve Türkiye’deki. İlkinde görünür ‘olmaktan’, ikincisinde ise görünür ‘kılınması’ gereğinden bahsediyor. Biri diğerine ters işliyor genelde, birinde görünürleşen diğerinde görünmezleşiyor. İşte bu görünürleşme/görünmezleşme bölgeleri, bu sanatçıların, birindeki varoluşu diğerindeki unutuluşla ödedikleri trajedileri olmuş.

Bu durum kitabın alt başlığında da gösteriyor kendini: École de Paris - Çağdaş Türk Sanatı. Türkiyeliler anlasın diye “Çağdaş Türk Sanatı”, Fransızlar anlasın diye “École de Paris”. Bir taraftan diğeri, diğerinden bu taraf görünmüyor çünkü. Nitekim “Paris’teyken İstanbul, Doğu pitoreski, süsleme, kaligrafi referanslarıyla, Türkiye’de ise Fransız, Paris hikâyecikleriyle ele alınmaları“nın altını çiziyor Sönmez. Eşzamanlı olarak birbirine tercüme edilemeyen iki sanat hattı demek bu. Türkiyeli sanatçılar Paris’li sanatçılarla eşzamanlı bir diyalog içerisinde olabilirdi ama Türkiye sanatı olamazdı.

Eğer bu iki başlığın ortasında bir başlık seçilseydi muhtemelen o başlık her ikisine de görünmez olacaktı. Nitekim bu insanlar da bir yanıyla tam bu ikisinin arasına, o görünmezleşilen ara bölgeye kaydırılmışlar. Ancak daha da ileriye gidip birbirlerine hiçbir zaman değememeleri veya ebediyen o ara bölgede kalmaları da mümkün, çünkü Türkiye sanatının treni çoğu kez Batı sanatının istasyonlarının uzağından, bambaşka bir hattan geçiyor. Bu hattın adı gelenek. Türkiye’nin batılılaşma arzusunu ve olanağını sanat yapıtlarında; korkusunu ve sınırlarını ise sanatta ‘yeni’ye olan dirençte aradık en çok. Oysa en batıcı, yenilikçi, radikal olanımızın bile içine kapandığı bir daire var ve bu daire, dışından gelen haberleri ya görünmez yapıyor ya da değiştiriyor.

Etki üzerine bir kitap ve etkinin koşullarının oluşması, etkilenme ortamına girilip sonuçlarının sergilenmesi, Türkiye’ye etkisi, Paris’teki yolculuğunun devamı gibi, etkiyi çift yönlü inceleyen bir mekanizma tarafından yapılanmış. Bu kitap bir etkilenme kitabıysa ve etkinin yayılışını gösteriyorsa, bir yandan da ister istemez buna karşı oluşan dirençleri, etkinin sınırlanışını ve/ya bu aktörlerden koparılıp iç dinamiklerle açıklanır hale getirilişini de gizlice imliyor demektir. O zaman bu direncin, sınırlanışın ve görünmezleşmenin nedenlerinden biri gelenekse diğeri de otarşi illetidir kuşkusuz. Muzaffer Şerif Başoğlu’nun tam da 1945 yılında dikkat çektiği otarşi kavramın 2011 yılında ele alan Uğur Tanyeli, arada geçen zamana karşı bu konuda nasıl da pek bir şey değişmediğine kitabında dikkat çekiyor.   

Kitabın sayfalarının ilerleyişi bir yandan etkilenme öyküsünün diğer yandan hüznün ilerleyişi çünkü bu kitapta yer alan sanatçıların sanat tarihimizdeki yerlerinin kısmen hiç, kısmen yeterince idrak edilmediğini, “tarihin adaleti”nin tecelli etmediğini biliyoruz. Bu da kitabın yazarı Sönmez’in çabasıyla edindiğimiz bir bilgi. Böylesi herkülvari bir girişim ise ancak her iki tarafa birden bakan birisi sayesinde mümkün olabilirdi. Nitekim Sönmez bu kitabın entegral bir parçası. 19 yaşında gittiği Paris’te tanıştığı, sevdiği ve etkilendiği insanları yazmış. Kim bilirdi 19 yaşındaki o gencin bir gün bu sanatçıların dünyalarını yitimden kurtaracağını, bizi bize göstereceğini. Ucu bize kadar uzanan ayrı bir etkilenme öyküsü.



Donnerstag, 22. Oktober 2020

Yabancı kentlerin kafelerinde çalışabilme çareleri

 

Yabancı kentlerin kafelerinde çalışabilmeniz, yani bu mekanları da kendiniz için barınılabilir yapmanız, kendi düzeninizi oraya bir miktar taşımanız demek. Ancak bunun bir sınırı var, bir miktar uzlaşmanız gerekiyor. Örneğin müzikli bir kafenin müziğinin sesini belki azıcık kıstırabilirsiniz ama kapattıramazsınız. Dolayısıyla bazı mekanlara girmeye hiç yeltenmemeniz gerekiyor. Veya Paris’in kafeleri gibi garsonun, kahvenizi içer içmez sizi oradan postalayacağının mimiklerini henüz oturmanızla birlikte gösterdiği yerlerde çabalamanın da bir anlamı yok. Popüler kültürün dominant olduğu ya da rant baskısının yüksek olduğu mekanlardan da, popülerleşmiş ya da nostaljikleşmiş mekanlardan da uzak durmanız gerekiyor. Buna karşın gözden kaçmış, unutulmuş hatta kendini unutmuş mekanlar çoğu zaman bir hazine içeriyor.

Boşların masada kalmasının, yani masanın bomboş kalmamasının, neden önemli olduğunu daha önce Hallaç’ta yazmıştım. İstisnai bir sorun bu tabii, çünkü her gün gittiğiniz kafelerde buna zaten gerek olmuyor, herkes sizi tanıyor ve rahat bırakıyor. Viyana’nın eski kafelerinde de özel bir davranış geliştirmeye gerek yok. Örneğin Café Prückel’in garsonları, pasta tabaklarını topluyorlar ama kahve fincanlarına asla dokunmuyorlar. Masanın bomboş bırakılmasının müşterinin o masadan sökülüp bir çoraklığa sürüklenmesi olduğunu biliyorlar. Yeni işe alınanlara hemen söyleniyor bu. Sorun kentin dış mahallelerinin yeni kafelerinde veya yabancı kentlerin huyunu suyunu bilmediğiniz kafelerinde patlak veriyor.

Tabii ki garsonun fincanı almasına üstünü elinizle kapatarak engel olabilirsiniz ancak bu bir sürü soruyu beraberinde getirecek ve iş garsona neden böyle davrandığınızı açıklamak zorunda kalmanıza kadar varabilecektir. Gerçi bu iyi de olabilir. Boşları tutarak kurduğunuz oturma odası atmosferini bir aile ortamına doğru ilerletebilirsiniz. Eğer istiyorsanız tabii. Ama aile her durumda iyi bir şey değildir, muhtemel bir yakın markaj, hatta yüz göz olunma durumuna düşmenizle sonuçlanabilir.

Uzun uzadıya sohbetlere girmeden de yapabileceğiniz bazı şeyler var. Boşları masanın size uzak dış tarafına, hatta bazen ortasına koyarsanız garson gelir alır. Ancak kendinize yakın köşesinde tutarsanız alma olasılığı hayli düşecektir. Eğer önüne tuzluk, şekerlik, kül tablası, dezenfektan gibi nesneleri koyarsanız garsonun bu engelleri aşıp fincanı alması iyiden iyiye zorlaşacaktır. Boşların masada kalmalarını sağlamış olursunuz.

Buna karşın eğer başınızı kaldırıp garsonun gözüne bakarsanız bu onda bir şey yapması gerektiği duygusunu aktive edecek ve bir siparişte de bulunmadığınız durumda bu aktivasyon, onun gelip boşları almasına yol açacaktır. En azından yeltenecektir buna, aksi halde sizin üzerinize çekilen dikkati karşılıksız kalır. Müşterilerin bakışlarını okumaya alışmış zihinlerde bu, mutlaka bir şey yapması yönünde bir hamaratlık itkisini harekete geçirir. Bu yüzden gözlerinizin mekanda bir yerlere doğru bakarken kimseye odaklanmadan, adeta meditasyon yapar gibi derin bir dağınıklıkla veya son derece kayıtsızca gezinmesi veya mekanın dışında bir yere doğru bakmanız, kısaca bakışlarınıza temas edilmemesi en doğru olanı olacaktır.

Eğer soda veya çay içiyorsanız bardağın dibinde bir miktarını bırakmanız alınmasını engelleyebilir. Ama bu garsonun hoyratlığı ölçüsünde de değişebilir. Bazen bardağın doluluk oranı beşte bire indiğinde bile alıp götürebilirler. Onların hamaratlığı sizin keyfinizden önce gelir çünkü. Ancak sonrasında ‘bardağım bitmemişti’ diyerek utandırabilir, yenisinin ikram edilmesini sağlayabilirsiniz. Üstelik bir dahaki sefere daha temkinli olacaktır size karşı. Alıp götürmedikleri durumda ise bu artık miktarı, masanızın rahat bırakılması karşılığında ödediğiniz kira olarak görebilirsiniz.

Türkiye’deyseniz kahvenin yanında gelen lokumu geri verip yerine bir kurabiye vermelerini istemeniz işe yarayabilir. Hem çakma lokum geleneğinden kurtulmuş ve tadı genelde iyi olan kurabiyeye kavuşmuş olursunuz hem de en başta garsonda bir tuhaflık duygusunu oluşturmuş olursunuz ki daha sonra bunun üzerine sizi rahat bırakmaları ayrıcalığını adım adım inşa edebilirsiniz. Gariplikleri olan bir müşteriyle uğraşmayı onlar da istemeyecek, dahası içlerindeki iyicil kuvvetleri sizi memnun etmek için kullanmak isteyeceklerdir.

Dikkat: tüm önlemlere karşın en umulmadık saldırılar siz başınızı önünüze eğmiş yazarken veya aklınızdakileri toplamaya çalışırken gelir. Birden bir el uzanır önünüze, tepsisiyle birlikte fincanı almak üzere. Aniden elinizle fincanın üstünü kapatma refleksini geliştirmiş olmanız gerekir böyle durumlarda. Bu son hamleye er ya da geç başvurmak zorunda kalacaksınız. Bunu yaparken “o kalıyor” deyip belli belirsiz bir gülümsemeyi eksik etmeyin yüzünüzden. Bu anilikle yumuşaklığı bir arada sağlamanız zaman alacaktır. Unutmayın asgari enerji harcamasıyla ve bir süreliğine kurduğunuz bir açıklık, sokağın ortasında bir çalışma odasıdır bu.

Samstag, 19. September 2020

3 knaben schwarz Notgalerie‘de

 

13 Eylül 2020 akşamı saat 17’de, U2 Aspern Nord istasyonuna 200 metre uzaklıktaki Notgalerie’de hava da insanlar da ortam da çok güzeldi. Çıplak arazinin ortasında terk edilmiş bir halde duran ahşap kilise, 2015 yılında işgal edilerek bir sanat mekanına çevrilmiş. Notgalerie adıyla vaftiz edilen bu eski kilise, yıllarca sanatçıların yaratıcılık ve hayallerine ev sahipliği yapmış (notgalerie.at). Ancak şimdilerde bu ilginç mekan, belediyenin kentsel dönüşüm projesinin nesnesi haline geldiğinden kullanıcılarına veda etmek zorunda.

Sanatçılar bu çözülme sürecine iki farklı tepkiyle karşılık verirler: giderek artan sergi ve konser etkinlikleriyle ve süreci benimseyip dönüştürerek. Neden o kiliseden geriye kala kala bu fotoğraftaki ızgara yapının kaldığı da, işte tam bu süreçle ilişkili: Notgalerie’nin kurucusu Reinhold Zisser, konukların eve giderken buradan bir parçayı da birlikte götürmelerini istiyor. Bu parçalar evlerde saklansın ve Notgalerie ilerde başka bir yerde kurulacağı zaman tekrar geri getirilsin düşüncesi ve ricasıyla. 3 knaben schwarz da (3knabenschwarz.at), şimdi yalnızca bir çatı ve altındaki tahta ızgaralardan oluşan, kendisi bir sanatsal sürece dönüşmüş bu mekanda bu artan etkinlik ve çözülme sürecinin bir parçası olarak yerini aldı.

3 knaben schwarz’ın müziği, bu çözülme düşüncesine sadece enfes bir arka plan oluşturmakla kalmadı, aslında o düşüncenin müziksel ifadesi oldu. Nasıl mı? Öncelikle bir zirve, final göstermeyen bestelerin uç vermeleriyle birlikte çözülmeye başlayan yapılardan oluştukları söylenebilir. Lirik bir yapı oluşur oluşmaz melodi bozulmaya başlıyor, sesler distorsiyona uğratılıyor, duygusal dokunaklılıklar değiştiriliyor, çarpıtılıyor, böylece yapıt kendini bir miktar lağvediyor, ama bunu da tam yapmıyor, yapımla sökümün arasında kalıyor. Bunu birçok yoldan yapıyor. Şarkıların güfteleri de şaşalı bir son içermiyor ve yüksek bir iddianın peşinde değil.  Melodi çoğu kez klarnet veya bas klarnetten ve gitar üzerinden geliyor. Klarnetin de bir sapma alanı var ve Helmut Neundlinger yeri geldikçe bunu ustalıkla yapıyor. Ancak söz konusu çarpıtmayı temel olarak vurmalı çalgılar yerine getiriyor ve bunu zarif bir sevimlilikle yapıyor ve neredeyse sadece bu işlevle sınırlı kalıyor. Grubun solisti aynı zamanda gitar çalan Christoph Schwarz, bu ikisinin arasında bir yerde duruyor ve hem gitarıyla hem de sesiyle melodiyle sapma arasında kaygan geçişler sağlıyor. Denebilir ki grubun bu temel karşıt kutupluluğunu kendi kişiliğinde birleştiriyor.

Vurmalı çalgılar deyince sakın aklınıza bateri falan gelmesin. Gündelik yaşamda karşılaştığınız ne varsa Ernst Reitermaier’in tekerlekli masasında yerini almış. Müzik aleti olarak duran şey, oturma odamızda, mutfağımızda yer alan nesneler. Sadece her tını bir humor ve yaşama sevincine yol açmıyor,  müziği sizin dünyanıza getirip bir hükümranlık olarak görülebilecek notalara da mesafe alıyor. Ev gereçleri müzik enstrümanlığına kutsanırken, müzik enstrümanları da yer yer birer gürültü üreticiye dönüşebiliyor. Ve tabii grubun solistinin bir içki kasasından yaptığı gitar da güme gitmesin. Dokunaklılığın
yükseldiği bir yerde veya parçanın kapanışında plastik domuzlardan çıkan sesler, duygusallığı hafifçe bir humora tahvil ediyor, sonrasında tekrar geri dönüyor. Ve tabii sadece müzik aleti yapılmış ev eşyalarıyla değil, solistin inişli-çıkışlı şakacı veya doğuşkanlara kayan sesleriyle de.

Ve bunlar sadece üretilen müziğin niteliğiyle değil aynı zamanda sahne performansıyla da geliyor. Seslerin bu gündelik hayatla içli dışlılıkları ve yapı bozuculuklarının ötesinde bir geçişliliği, solistin bazen kadın giysisiyle sahne alması, birçok konsere farklı kültürlerden konukların katılması, kimliklerin dışında bir aradalık pozisyonunu sağlayan başka araçlar oluyor. Grubun farklı farklı renkli şapkalar, renkli çoraplarla sahne almaları, şarkıların bazen iddiasını humorla devre dışı bırakmalarıyla birleşince bunun yalnızca kimliklere değil kendinden başlayarak her türlü iktidara mümkün her düzeyde karşı çıkma veya baştan imkân tanımama çabasındaki bir konumlanış olduğunu da düşündürüyor. Bu oyunculuk grubun 3 knaben schwarz adında da devam ediyor. knaben’da raben’ı duymamak olanaksız, karga kara, yani 3 karakarga.

Ancak tüm bunlar çok daha temel bir niteliği yaşatmak için de var: geçicilik. Hiçbir yapının tutunamadığı, bitmek bilmeyen geçişkenliklerle bir başkasına ya da karşıtına dönüştüğü, sonra geri geldiği bir müzik ve icrası bu. Geçicilik, geçiciliğimiz demek ve pek de öyle kutlanacak tarafı yok tabii ki. Öte yandan kutlamayacak da ne yapacaksınız ki zaten oradayız. Ama boş bir kutlama olarak değil tabii. Aynı ileride başka bir yerde kurulacak olan Notgalerie gibi 3 knaben schwarz da sadece geçiciliği benimsemiyor, aynı zamanda dönüşümü sahipleniyor. Kendisi de fani olan bu kubbede hoş bir sada imiş.