Oysa ne
kadar bilirsek bilelim hep bir bilinmez içinde hareket ediyoruz. Ufka gidilince
görülen bir ufuk daha var. Dahası bilgi, ancak bilmediğinle ilişkilenince bir
boyut kazanıyor. Henüz bilinmeyene duyulan merak, bilinenin dogmatikleşmesini engelleyip
esnek kalmasını sağlıyor. Bunu görmemekse kofluğa, yanlış güvene ve de
görmemişliğe düşürebiliyor. Ama unutmayalım: bilgi söz konusu olduğunda hepimiz
sonradan görmeyiz.
İyi de
bilmediğini nasıl bilebilir insan? Deneyimle varılan bir duygu var miktara
dair. İnsanlığın bilgi birikiminin ne kadar olduğunu, senin bunun ne kadarına
vakıf olabileceğini kestirmeyi öğreniyorsun zamanla. Böylelikle bilemediğinin
getireceği hatayı da hesaba katıyorsun ve bu sayede zinde kalıyorsun. Bir gölge
boksunun zindeliği belki bu ama sağlıklandırıcı bir üzücülük içeriyor, çünkü ölümlülüğe
karşın hayata sarılmayı imliyor. Ancak hep bilinmezliğin hayaletleri ile
çevirili olmak, hep bir temkinlilik de oluyor sonucu. Ebedi bir çaresizlik
demek bu aynı zamanda. Yani tam tersinden bakıp sağlıksızlaştırıcı olduğu da söylenebilirdi,
komplo teorilerinin getirdiği yılgınlık gibi…
Bunun bir alt
grubunu kuramsal olarak öngörülen ama pratikte ulaşılamayan bilgi ve bu bilgiye
duyulan merak oluşturuyor: evrenin sınırlarının dışında ne var; beyin gerçekliği
nasıl algılar; kansere gerçekten yol açan nedir; ilk şiir nasıl çıktı ortaya ve
saire ve saire. Hepsi de bilmediğini bilmenin ortaya çıkardığı sorular, bilmediğini
bilmek soru sordurtuyor çünkü. Bilinen bilinmeyen, aslında soru sorulan bu
bölgeden oluşuyor. Demek ki bilinenler, (bilinen) bilinmeyenleri üretiyor hep.
Bilinmeyen, bilinene paralel artıyor. Soru sormak burada, bilmediğine boyun
eğmeyip zinde kalmanın çaresi ve göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Her yanıt
yeni sorulara yol açtığından bilgi, bir yönü olan vektörler gibi çıkıyor
karşımıza. Tabii yanlış sorular da var, o ayrı.
Bir diğer
alt grubu ise kuramsal olarak öngörmediğin ama yaşam deneyiminle sezinlediğin
eksiklikler oluşturuyor: bir dostunun sana içini dökmesi ama asıl meselenin
henüz hiç konuşulmadığı veya dostuma ne söylersem söyleyeyim düşündüğümü hiç
anlatamayacak olmam; bir yabancının gizemli sessizliği; bir soykırımın yapılmış
olduğunu vicdanında sezinliyor oluşun ve saire. Bilmediğini bile bilmediğine
yaklaştığın yerler. Bilge, bunu başaran kişi olabilir mi acaba?
Dünyanın
bildiğimizle sınırlı olduğuna dair inatçı bir bağnazlığımız da var,
bilmediğimizin keşfine dair beklenmedik bir arzumuz ve hayal gücümüz de. Tabii
ironik de bir durum bu, bildiğinin ancak bilmediğinin bilgisiyle değer
kazanıyor, işlevleniyor oluşu. Kuşkusuz, ölümlü varoluşumuzun ne ilk ne de son
tuhaflığı. Öyle ya ölümsüzler bilgiyi ne yapacak. Sır perdesinin aralanması,
ölümlülüğümüzü delmek gibi bir haz veriyor olsa gerek. Bilinmeyene doğru
ilerlemek, adım adım fethetmek ne tatlı değil mi? Ölümlülük düşüncesinin
pençesinden sıyrıldığımız yanılsamasına kapıldığımız tüm diğer anlar gibi:
sevişmek gibi, dostu kucaklamak gibi, torununun büyüdüğünü izlemek gibi… Tabii
ki kısa bir süre için. Ama neler yapmıyoruz ki o kısa süreler için.
Ancak bir de
bilmediklerini bilmediğin var. Bu korkunç işte. Örnek vermek de zor, adı
üstünde, bilinemediği için. Ama provoke ediyor düşüncesi. Belki tarihsel bir
örnek: Newton’dan önce bilinmeyen kütleçekiminin, nasıl yayıldığının hiç
bilinememesi gibi. Veya cinsel ilişkiyle üreme arasındaki ilişkinin bilinemediği
tarih öncesinde durup dururken içinden yeni bir insan (bebek) çıkarabilen
kadına tapılması gibi. Basit bir ölümlü de değil, zavallı bir ölümlü olmak
tehlikesi var. Bu yüzden belki daha temkinli olmak lazım, ama temkin düşünmenin
zayıflatılması demek olurdu. Hükmedemediğin bilinmezliğin gelip seni ele
geçirmesi gibi, sen farkına bile varmadan. Oysa sen tam da onu ele geçirmek
için çıkmışken yola. Ama aslında bir sorun da yok ortada çünkü bilmediğini bile
bilemiyorsun işte ve dolayısıyla hesaba katmanın da bir anlamı yok.