Sonntag, 15. August 2021

Bir kıyı kahvesinde

 

Gün ağmıştı. Adaçaylarımızı söylemiş miydik?
Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu.
Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara
yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu 
öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik.
Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu.
Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları,
-Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup 
denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük
bir boşluk bırakıp sonra da arkasında
Kalktı.
                   Biz işte o zaman gördük onu
ve çekilen denizi.
                   O zaman çıktık kendimizden.
 
Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gök.

 

Olağan bir olağanüstü

İlhan Berk’in “Bir kıyı kahvesinde” adlı şiiri[1] bir dalmış gitmişlik halinin içinden bir konuşmayla başlar. Daha ilk dizede adaçaylarının söylenip söylenmemiş olduğunu anımsayamayan bir unutkanlık içindedir. Bu dalmış gitmişlik hali ikinci, üçüncü ve dördüncü dizelerde betimlenir ve ardından beşinci dizede adıyla da anıldıktan sonra beşinci dizede, “kendi kendimizdik” cümlesiyle özetini ve nihai hedefini bulur. Bu özet bir kendiliğindenliği (“öyle”) ve durağanlığı (“sanki dünya durmuştu) işaret eder ve bu ilk bölümü, bir sürü kırlangıcın dışarda camlara vurduğunu söyleyen bir geçiş dizesi izler. Bu tuhaf dize öznenin hem kahveden hem de kendisinden dışarıya çıkacağına dair bir işarettir.

“Birden bir ses” ile bu durağanlıktan çıkılır ve şiirin ikinci bölümüne geçilir. Hayret uyandırıcı bir haber taşıyan bu ses, denizin çekildiğini söyler. Daha önce gün ağmakta yani yükselmekteydi, şimdi ise yükselen güne karşın deniz çekilmektedir. İçerisi-dışarısı karşıtlığına yükselme-alçalma karşıtlığı da eklenir. “Kendi kendimizdik” diye ifade ettiği denge halini, ikinci bölümde “çıktık kendimizden” diye ifade ettiği eylem izler. İsterseniz bir durağanlıktan çıkış isterseniz de bir uyanış olarak yorumlayabilirsiniz bu anlatılanı. Aslında bunlara karşıtlıklar demek de pek isabetli değil; daha ziyade bu karşıtlıkların arasındaki geçişlere, bu kıyı çizgisine dair bir şeyler anlatmaktadır bu şiir.

Anlaşılmayacak bir şey yoktur bu anlatıda, ama anlat deyince anlatacak bir şey de yoktur. Sonlandığında geriye hoş bir duygu kalsa da olan bitene dair fazla bir bilgi gelmez. “Dışarıda bir dilim ekmek gibi” duran ve ne olduğu pek adlandırılamayan bir göğe bakarken de sonlanır. Şiirin anlaşılmazlığı bir rahatsızlık verse de bu rahatsızlık, kurduğu dünyanın aşinalığının ve anlatısının sürükleyiciliğinin verdiği hafifliğin altında kolayca kaybolacak türdendir. Ancak bu olağanlık anlatısının rehaveti atlatılıp da gerçekten ne olup bittiği sorulacak olursa bu aşinalık yerini fluluğa bırakır. Belki bir netlik sağlar umuduyla daha yakın bir okumaya yönelmek çare gibi görünüyor

 

Aşina bir fluluk

“Gün ağmıştı” ilk bakışta güneşin yükseldiğini, sabah olduğunu anlatıyor. Ancak sözlük ağmak fiiline sadece yükselmek değil alçalmak karşılığını da yazıyor. Belli ki yay gibi bir hareketi çiziyor. Daha da önemlisi ‘gün ağarmıştı’ demiyor da “gün ağmıştı” diyor. Çok tanıdık gelse de Türkçenin eşdiziminde (kollokasyon) yer almayan bir söz bu. Benzeri bir tuhaflık da adaçayında yatar. Adaçaylarımızı söylemiş miydik” ‘çaylarımızı söylemiş miydik’ rahatlığıyla, topluca söylenecek bir cümle değil. Hınzır bir fluluk şiirin çeşitli yerlerinden yoklamaktadır bizi.

Öte yandan güneş çıksa da inse de her halükarda sonraya dair bir anlatının içindeyizdir, yani mutlak bir başlangıçla başlamasa da yine de bir başlangıç vardır bu şiirde. Ve nitekim ilk dizenin söylediği gibi bir unutkanlıktan kalkarak başlanmaktadır. Eh unutmadan nasıl başlanır ki?

Gün ağmıştı. Adaçaylarımızı söylemiş miydik?
Üç kişi bir köşede oturmuş ağ yamıyordu.  
Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara

 Ancak bu unutkanlık ve dalgınlık, bir aşinalık sağlayan sözcüklerden oluşan bir çerçevede kurulmaktadır. Sabah ve çay bu yakınlığı veren sözcüklerdir, keza hemen izleyen ağ yamamak, aznif (domino) ve cıgara sözcükleri de yakın olmasak da kolayca içimize aldığımız sözcüklerdir. Aznif ve cıgara sözcükleri bir yerellik sağlar, içeriden bir anlatı duygusunu verirler. Bir balıkçı kahvesinin uzaktan keyifli gelen gündelik yaşamının ve bildik romantizminin içinde buluveririz kendimizi. İkinci dizede “ağ” ve dördüncü dizelerde “kimimiz” sözcüklerinin tekrarları da ilave bir tanıdıklık ve birleştiricilik etkisi yaratır.

Bu aşinalığın bir sağlayıcısı daha vardır: artlamaların (dizeler arasındaki sıçramalar), sıçramaları unutturan bir akıcılıkta kullanılması. İlk dize bir solukta okunan iki ayrı cümleyi barındırır. Cümlelerin birleşeceğine dair bir işarettir bu. Güçlü bir birleştirici ya da unutturucu olan soru cümlesiyle kapanan ilk dizenin bir sonrakine sıçrama anı, bir sıçrama olarak hissedilmez çünkü soru sonrasında oluşan duraksamanın içinde kaybolur. İkinci dizeden üçüncüye de aynı akıcılık ve alışkanlıkla sıçranır, artlamalar anlatı akışına erir. Unutmak burada kendini unutmak ve bir dünyaya karışmışlık hali olsa gerek.

Bu durum üçüncü dizeyle birlikte hafiften titrekleşir, akış engellenmez ancak artlamalarda kafa karıştırıcı kaymalar baş gösterir:

Kimimiz aznif oynuyor, cıgara üstüne cıgara
yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu 
öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik.

 Aznif oynarken cıgara üstüne cıgara yakıldığı söylenmektedir, ancak alt dizeye sıçranmasıyla birlikte cıgara üstüne cıgara yakanların bu sefer de başkaları olduğu söylenir. Kişilerde bir kayma olur ve iki ayrı yorum olanağı belirir. Dördüncü dize dünyanın durması gibi bir halden bahsederken alt dizeye sıçranmasıyla birlikte bu durumun oradaki kişilerin dalıp gitmiş olmalarının verdiği bir duygu olduğu söylenir. Bu sefer de durum betimlemesi bir kayma göstermiştir. Üç ayrı anlam çıkar: a) “yakıyordu kimimiz. Sanki dünya durmuştu”’; b) “Sanki dünya durmuştu öyle dalmış gitmiştik”; c) “öyle dalmış gitmiştik. Kendi kendimizdik”. Karşıtlık değil kayma gösteren üç ayrı saptama.

Zihin bu kaymalar arasında ileri geri sıçrar. Aslında birbirleriyle çelişmeyen ifadelerdir bunlar. Gerçeklik algısında sürekli kaymalar olan bu şiirde artlama, uzlaşmaz karşıtlıkları çarpıştırmak için değil de bir gerçekliği çeşitli ve bakış açısına göre değişen yönleriyle kurgulamak işleviyle işbaşındadır.


 

Kübik bir resmin kısmi bakış açılarının farkları ve toplamdaki etkisi gibi. Orada gözümüz farklı yönler arasında istediği gibi sıçrayabilir. Picasso’nun Dora Maar adlı tablosu böyle farklı veçheleri yansıtır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Artlamalar olağan görünümlü bu anlatıyı titrekleştirir, odaklanmaya çalıştıkça flulaşan bir müphemlik oluşturur. Ve tabii bu titrekleşme birazdan olacakların da habercisidir.

 

İki kendilik hali

Önce yatıştırıcı, ancak dikkatli bakınca alabildiğine kuşku uyandırıcı bir  “kendi kendimizdik” cümlesi gelir. Oldukça aşina gelen bu söz de Türkçenin eşdiziminde yer almaz. “Kendi kendimizdik” demek, ‘herkes kendi kendisiydi’ demek değildir, çünkü herkesin kendi başına bireyselleştiği bir durumdan ziyade ortak veya paralel bir zihinsel aktiviteyi işaret eder bu söz. Zihinlerin kendi iç çevrimlerine gömüldüğü, içeriye ve dışarıya dair bir kayıtsızlık hali olarak karakterize edilebilir, ancak herkes kendisini dışarıdan ayıran bireysel bir ruh haline değil de, ortak bir ayrımsızlık haline dalmış gitmiştir. Ayrımların saptansa da öylece bırakıldığı, kaymaların olduğu, odaklanma konforunun bozulduğu, ancak (unutturucu bir) akışın devam ettiği bir duruma kendi kendimizdik diyor. Tam da artlamalarla netlik ayarı bozulan bu sahne gibi bu söz de odaksızlığı bir aşinalık olarak duyumsatmayı başarıyor. Nitekim ‘kendi halimizdeydik’ veya ‘kendi kendimizeydik’ demek olanaklarına da başvurmuyor. 

 


 

 

Gerhard Richter’in Seestück adlı yapıtında (birçok resminde görülen) fotoğrafik fluluğu görürüz. Göz, netlik ayarını bir türlü yapamadığı bu resimlere takılıp kalır. Berk’in şiirinde de benzeri bir fluluk kurduğunu düşünüyorum.

 

 


 

 

 Yedinci dizeden itibaren şiire bir dinamik gelir. Önce bir aşinalığın kurulduğu, ancak sonrasında gerçeklik algısının titrekleştirildiği ilk bölümden sonra “bir ses”le birlikte olağandışı öğelerde bariz bir artış olur:

Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu.
Birden bir ses, yüzüne karışmış bıyıkları,
-Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup

 Her ikisi de, varlığı bir fevkaladeliğe bağlı sahneler: “Bir sürü kırlangıç dışarda camlara vuruyordu” ve “deniz çekildi”. Kırlangıçlar camlara ne zaman vurur bilmiyorum ama deniz ancak gel-gitli okyanus kıyılarında çekilir. O coğrafyada da adaçayı servis edilmez, aznif oynanmaz ve sigaraya cıgara denmez muhtemelen. Dolayısıyla bu cümleler olağandışı sahnelerdir. Ve bu sesle birlikte yalnızca “biz” diye konuşan şiir, buradan sonra “biz-o” ayrımıyla konuşur. Bu üç dize, nokta ve virgülle sonlanan bir unutturuculuk içerisindedir. Bu bölüm yeterince muğlak bulunmuş olsa gerek ki ilave titrekleştirici artlamalardan sakınılmış. Ancak bir sonraki grupta tekrar titreklikler ve kaymalar baş gösterir:

-Deniz çekildi, dedi. Hepimize tutup
denizde gezdirdiği gözlerini. Büyük
bir boşluk bırakıp sonra da arkasında

 Sekizinci dizenin sonundaki artlama yine üç ayrı anlam oluşturur: a) tutup hepimize deniz çekildi der; b) tutup denizde gezdirdiği gözlerini gösterir; c) denizde gezdirdiği gözleri büyüktür. Dokuzuncu dizede de bir kayma olur: üst dizede gözler büyük iken artlamayla birlikte büyüğün boşluk olduğu söylenir. Burada artlama ile birlikte anlam farklı bir yere sıçrar. Bu bölüm hem anlatılanla hem de artlamalarla giderek artan bir yabancılaşmanın zirve yaptığı yeri olur şiirin. İşte tam bundan sonra: “Büyük bir boşluk“ bırakır arkasında. Bir dizi boşluğa düşürmelerden oluşan bir şiirdir zaten. İlk elde okuyanın durumudur bu: objektifin bir türlü netleşememesi, ama bu fluluğun bir aşinalık içinde gerçekleşmesi hoş ve kaygan bir boşluk oluşturur. Göstergeler çalışmakta ama göstermemektedirler.

Onuncu dizedeki artlama, anlamda kayma değil yalnızca vurgu yapar. Alt dizede “Kalktı” sözcüğünün büyük harfle yazılması dize akışındaki bir ayrımın da altını çizmek içindir. İkisi bir araya geldiğinde bir kopuş değilse de bir kırılma yaratır. Boşluğun yol açtığı idraktır bu.

Kalktı.
             Biz işte o zaman gördük onu
ve çekilen denizi.
             O zaman çıktık kendimizden.

 Bu andan itibaren dört dize, denizin çekildiğini söyleyen kişi ve gösterdiği eylem ile lirik öznenin kendisini de dahil ettiği “biz”in eylemi arasında sola ve sağa yapışık dizelerle gidip gelir. Artlamalarla işaretlenen kaymalar diyalogvari bir düzleme taşınır. Söylediği (deniz) ve gösterdiği (gözleri) ayrıdır ve ancak gösterdiği görüldükten sonra “çıktık kendimizden” denir. Sistemden çıkış önce sözle (“Deniz çekildi”), sonra o sesin gözleriyle olur. Öznelerarası ve hitabi bir öğrenmedir bu ve bir başkasının gözünden kendi gözüne kayarken işitselden de görsele kaymaktadır. Ve boşluk neden olmuştur buna, ötekinin çekilmesiyle maruz kalınan boşluk onu buraya getirmiş, görebilmesini sağlamış, yaratmasını olanaklı kılmıştır. Bir şeyi görmekle kendinden çıkmak arasında bir bağ vardır.

Bir şey olduğu, bir halden ötekine geçildiği ortadadır. Öncesinde pek de kendisi olmayan bir kendilik içindeydi, şimdi ise kendisinden çıktığı bir kendilik içindedir veya dışındadır. Yine bu da Türkçe eşdizimde rastlanmayan bir kullanım oluşturur. Kendisinden nereye doğru çıkmaktadır? Kendisi olmaktan mı çıkmaktadır? Yoksa tam da böylelikle mi kendisi olmaya başlamaktadır? Yine burada da seçimini belirsizliğe yer bırakmayacak ‘kendimize geldik’ veya ‘kendimizi bulduk’ sözlerinden yana kullanmıyor. O zaman sormak gerekir: insan kendi kendisiyken mi yoksa kendisinden çıkınca mı kendisi olur? Kendisiyle ilgili bu anlatı, ‘kendi’ kavramını belirsizleştirmekte ve boşluğun lirik özneye dair bir boşluk olduğunu ve bir türlü tutturulamayan bir kendi’nin seyir defterinin yazıldığını düşündürmektedir.

 

Bazı kıyıların mümkününde

 Gündelik yaşamın döngülerinin içinde, toplumsal hayata gömülü kolektif bir kendi mi? Yoksa kendisinden dışarı çıkmamış ve bir boşlukla mücadele içinde bir bireysel kendi mi? Karar verilmemekte, şiir her iki yanı da belirsiz bir “kıyı”da kalmaktadır. Üstelik o iki yan arasında geçişi “boşluk” sağlamaktadır. Ancak şunu da kaydetmek gerek: bu geçiş veya bu dönüşüm, ötekiyle karşılaşma anının ve dünyaya ötekinin gözüyle bakma olanağının sonucu gerçekleşir.

Son dize oldukça şaşırtıcı ve hayran bırakan bir bağımsız dizedir: Hem bir final hem de özettir. Diğer dizeler gibi bir sahneyi betimler, ancak kopuktur. 

Dışarda bir dilim ekmek gibiydi gök.

 Yine “bir dilim ekmek” sıcaklığında. Ama ne kadar okursam okuyayım gerçekliğe iz düşüremediğim bir cümle. Bağımsız dize niteliğiyle o kadar etkileyici ki soru sormak istemiyor insan. Ama bir tuhaflık var. Gök gibi bir uçsuz bucaksızlık nasıl bir ekmek dilimiyle sınırlanır? Böylelikle bir darlık duygusu yeniden içeri sıvışmaktadır. Tanrıların yanına bir ölümlü sıradanlığı getirilmiş. Çoktan başlamış bir başlangıçla başlayan şiir, bitmeyen bir finalle sonlanıyor. Bu yanıyla da hem bir yol gidilmiş hem de bir döngü tamamlanmış oluyor. Gökte başlayıp gökte biten bu şiir, hem bir çizgiselliğin hem de bir döngünün parçasıdır.

İlk okumada kolayca içeri alınan, akıcı ama ne anlattığı tam olarak anlaşılamayan bir anlatı olarak duruyor. İkinci okumada öğelerine odaklandıkça titreklikler beliriyor. Bir objektifin yakın-uzak ayarlarında beliren farklı fluluklar gibi. Olağanlıkla olağanüstülüğün iç içe geçtiği bu anlatıda üç artlama türünün de (dönüşsüz, dönüşlü ve kopuk) kullanılması şaşırtıcı değil. Belli bir tekniğin gözünden dünyaya bakılmıyor, öğeler bir atmosferik anlatıda gerek görüldükçe kullanılıyor. Şiir anlatıyor, ancak anlattığından anlattığı değil de anlatı süreci kalıyor geriye. Dolayısıyla anlatı anlatma eylemine kayıyor, daha da doğrusu bu ikisinin arasında veya “kıyı”sında kalıyor.

İlk dizesinde “çay” sözcüğünün sıcaklığıyla başlayan şiirin, “ekmek” sözcüğünün sıcaklığıyla kapanması gerçeklik duygumuz üzerinde yapılan oynamaların yol açtığı tedirginliği yatıştırıcı seçimlerdir. Şiir rahatlatıcı bir kendiliğindenlik ve olağanlık duygusunun içine hiç de olağan olmayan öğeleri yadırgatmadan yerleştirir. Kendilik ve olağanlık bir rehavettir aslında.

Aşinalıklar ve geri dönüşsüz artlamalar, kendi kendimizdik dediği ruh haline karşılık geliyorsa olağanüstü öğeler ve kayma gösteren artlamalar, kendisinden çıktığı, ötekileştiği yabancılaşmaya karşılık geliyor olsa gerek. Nesnelliğe doğru bir hareket varmış gibi görünse de “bir dilim ekmek gibiydi gök” dizesi öznellikten dışarı bir hareket de olmadığını gösterir. Her ne kadar fantastik bir darbe (kırlangıçlar, çekilen deniz, boşluk) onu içsel bir durağanlıktan veya kendi gerçekliğinden çıkarsa da bu eylem nesnel bir gerçekliğe varmaz. Varılan yer gök olur, ancak ekmekle birlikte.

Gök varlığın yeridir. Ancak göğün varoluşumuzun simgesi ekmeğe benzetilmesi onu da bir kıyı görüngüsü haline getirir. Muğlak mutlaklıklar arasında bir geçiş olan bu şiir, aslında birçok geçişin yeri veya kıyısındır: biz ile biz-o; iç ile dış veya kendisinin içi ile dışı; durağanlık ile eylem; varlık ile varoluş. Ve aslında kayda değer bir şey de olmamaktadır. Bir yön, bir hareket, bir eylem hissedilir ama ayaklar yere sağlam basmaz. Bir yere varmayan bir anlatı, ögelerinin titrekliklerini arka plana itmeyi başarmakta, ancak tedirginliği bertaraf etmemektedir. Muğlaklıklar, fluluklar ve titreklikler, belli belirsizlikler arasında, olup olmadığı belli olmayanlar arasında bir geçişi anlatır. Anlatma eyleminin gücüyle ayakta duruyorsa da ardında hınzır bir yitim beklemektedir hep.

Bu içerisi-dışarısı, görünmeme-görme ayrımları üzerinden algının konu edilmesi, ister istemez gözlem yapan bir zihin ile dışarıda gözlemlenen bir dünya karşıtlığını düşündürüyor. Ancak bu gerçeklik üzerine bir deney peşinde olan ve ayrım yapan bir özneyi düşündürecekken lirik öznenin “biz” diye konuşması bunu da bulanıklaştırıyor. Ve nitekim olan biten, dışındaki bir nesneyi değil de her şeyi gören bir özne tarafından aktarılıyor.

Önce bir durağanlıkta devinilmektedir (uyuyan güzel). Sonra dışarıdan bir ses gelir ve bu ses hayret uyandırıcı bir haber getirir (oysa kanıt yalnızca gözleridir) yine de önce bu haber alınamaz. Ne zaman ki o gider ve ardından bir boşluk bırakır, ancak o zaman alınır bu haber veya görülür. Durağanlıktan çıkış anlamına gelmektedir bu aynı zamanda. Kendisinden çıktıktan sonra ilk gördüğü ise bir ekmek gibi olan gökyüzü olur. Gözlerini dünyaya ilk kez açan birinin gördüğünü adlandırma karmaşası gibi bir tat bırakır. Tam da bu yüzden bir kutsal kitap sözü gibi durur. İstenirse “çıktık kendimizden” sözü, Tevrat’ın ikinci kitabı Çıkış’ı ve çekilen deniz de Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz'i ikiye yarışını da çağrıştırır. Yüzüne karışmış bıyıklarıyla konuşan ses habercidir. Oysa çıkmaz bu şiir dışarı.

Tekil değil çoğul bir özne ile konuşmaktadır ve bu özne de kurulamamaktadır. Bir hiçi anlatıyor Berk. Hiçe ancak namevcutla, daha doğrusu mevcudun geri çekilmesiyle gidilebilir. Beklentinin boşa çıkarılması hiçe yaklaşma çaremizi oluşturuyor. Bunu tüm bu saydığım seçimlerle yapıyor: sözcüklerin boşa çıkması, çoğullaşan ve titrekleşen artlamalar, ebedilikle gündeliği çakıştıran kıyaslar.  Ama hep bir aşinalık içinde. Eski şiir, hakikatle, açık etmeden ilişki kuruyor idiyse İlhan Berk de hiçlikle, açık etmeden ilişki kuruyor.

Alegori spekturumu oldukça geniş: Genel anlamda doğuşa veya kendisinin ya da bireyin doğuşuna veyahut da modern şiirin geleneksel şiirden ayrılışına ve hatta cennetten kovuluşa dair bir anlatı olabilir. Öte yandan kendinden çıkış öncesine dair her şeyi bu kadar kolay rapor edebilmesi, dahil olduğu bu durumdan her nasılsa bize bilgi aktarabilmesi, yani birinci bölümde bir dilsizlik hali içinde olması gerekirken dillendirebilmesi, aşama aşama anlatabiliyor olması, tanrısal bir bakışı gereksinir.

Bu dalgınlığın bir parçasıdır o, ancak içsel süreci bu dalgınlığın içindeyken yapılamayacak bir biçimde dışarıya raporlar. Ötekinin yardımıyla kendisinden çıkmıştır çıkmasına ama bunun kendisine dair bir farkındalıkla sonuçlandığına dair bir işarete de rastlanmıyor. Bir kendiliğe, öznelik haline varmamıştır ama nasıl oluyorsa ayırdına varıp da anlatabilmektedir bunları. Daha bir özne olduğu belli değildir ama öznel bir anlatıyla aktarmaktadır olup biteni. Ancak bir Tanrının bilebileceği şeyleri, bir hiç için anlatır. Hiç ile tanrının kıyısında oturmaktadır. Tütünler Islak’a (1962) yirmi yıl sonra verilmiş bir yanıt mıydı bu şiir acaba? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama görünen, şiirin “bütün mümkünlerin kıyısında”n ayrılıp birtakım ele geçirilemezlerin, olamayanların kıyısına yerleştiğidir. Arasında kaldıklarıyla tanımlanan kıyı burada olamayanları gösteren bir fener gibidir. Oysa olamayanlar olamadıklarında kendisi de olamayacaktır. İşte böyle her şey buharlaşır ve sıvışırken bir şey onları bir arada tutmaktadır: anlatı ve bizim ona inancımız.

Erhan Altan



[1] “Bir kıyı kahvesinde”, Deniz Eskisi, İlhan Berk, Adam Yayınları, İstanbul, 1993, sayfa 33.