Dienstag, 21. Januar 2020

Kötü şiir çevirilerinden ne öğrenebiliriz? / Çevirinin nasılına bir yanıt





Shakespeare soneleri Almancaya 78 kez tamamen, 80 kez de kısmen çevrilmiş, neden acaba? İyi çeviriye ulaşmayı bir türlü beceremedikleri için mi? Yoksa bir mükemmellik piramidinin zirvesine ulaşma çabasının evreleri olarak mı bakmalıydık bu çevirilere? Bu çevirmenler, o mükemmel ve nihai çeviriyi yapan kişinin kendileri olmadığının farkındaydı herhalde. Yine de çevirdiler ve her birinde de mutlaka bir başka iz vardır, bir başka olanak orijinal soneye dair. Ama bundan da önemlisi çevirenin kendi dönemine dair bir iz vardır. Ve hepsi de bize ayrı bir düşünme kapısı aralar, çünkü bunların hepsi şiire dair ayrı bir anlayışın ürünü.

Tüm çeviriler, özellikle de “kötü” olanları, şiir anlayışımızın hem geldiği hem de takılıp kaldığı yeri göstermez mi aslında? Öyle ya, bir çevirmen bir şiiri ancak kendi şiir anlayışının sınırları içerisinde “iyi” çevirebilir. O sınırlar da içinde yaşadığı edebiyatın sınırları içerisinde kalır. Hal böyleyse, yani çeviri içine geldiği edebiyat sisteminden bağımsız olamazsa, o zaman “kötü” çeviriler aslında şiiri algılama kodlarımızı gösteren birer gösterge halini alabilirler. Ve dolayısıyla ister istemez bir ülkenin şiiri nasıl alımladığına, eleştirdiğine dair dolaylı arkeolojik bulgular olarak değerlendirilebilirler. Eğer bu doğruysa, o zaman kaynak ve hedef dil ve kültürlerin birbirlerine uzak oldukları durumda çevirilerin “kötü” kalmaya mahkûm oldukları, çünkü kendi pencerelerinden orijinal şiirin ancak bir bölümünü görecekleri anlamına da gelir.

Örneğin Türk şiirinin kodları ile yoğrulmuş bir çevirmen Batı şiirinin birçok temel öğesini göremez, bu yüzden de çevirisi ile gösteremez. Bu, çağdaş şairler için geçerli olduğu gibi klasik şairler için de geçerli. Dolayısıyla da aslında hepsi “kötü”dür. Eğer bu böyle olmasaydı çeviri şiirde şiir anlayışının Türkçe şiir algısının önüne geçmiş olması gerekirdi. İşte tam da bu yüzden “kötü” çeviriler bir hazinedir kültür üzerine düşünürken. Türkçe şiirlerin neden öyle yazıldıklarını sorgulamanız zordur ama Türkçeye şiir çevirilerinin neden öyle yapıldıklarını sorgulayabilirsiniz. Neler neler yoktur ki orada: solcu aydınların muhafazakar edep takıntılarıyla çevirdikleri şiiri nasıl sansürlediklerini de bulursunuz orada; hiç anlamadığı bir şiiri ve şiir kültürünü çevirmeye kalkmanın nasıl çaresiz bir kültürel totolojiye dönüştüğü örneğini de; veya tarihsel şiirleri bir anlama girişimi olarak yapılan uyaksız çevirinin nasıl bir anlamama sıkıntısı ve yığıntısına döndüğünü; veyahut da akıllı davranıp anlamadığı yerlere girmeme kararının nasıl da zararsız, bu yüzden de yararsız, sıkıcı şiirlerin çevirisine vardığını. Hoşunuza gitmedi değil mi? Ama bu bizim hikayemiz.

Şimdi şimşekleri “kötü” şiir çevirilerine yönlendirmek için hep başvurulan bir yardım kapısı var: bazı şairlerin yaptığı çeviriler. Evet biliyorum, gerçekten güzel bazıları, ama aslında oldukça azı. “Yağ gibi akıyor” denir örneğin o çeviriler için. İyi bir şey midir bir şiirin, hele hele modern bir şiirin yağ gibi akması? Bazıları, ama çok azı için evet, ama birçoğu için hayır. Mutlaka akıcı bir şey okumak istiyorsanız gidin düzyazı okuyun. Şiir, sözcüklerin aktığı değil sıçradığı ya da yavaşlayıp durduğu bir yerdir, istisnalar hariç. O şairlerin çevirilerinin bazıları da “kötü”dür ama bunu görmek kolay olmayabilir çünkü suyunuza gidecek biçimde çevirirler.

Gerçekten birtakım biricikliklerin peşindeyseniz o zaman oturduğunuz dalı kesmeyi bırakıp neler yapabilirsiniz onu düşünün. Başlangıçta bahsettiğiniz, umarım bir gaflet olduğunu gördüğünüz şiirin çevirisinin olanaksızlığı, şimdi vazgeçmek için değil, düşünmeye başlamak için harika bir fırsat olsun size. Yeni motto şöyle: “Evet, olanaksız, tamam, ama ne yapabiliriz yine de?”. İşte insanın tarihte çaresizlikler karşısında gösterdiği o muhteşem mücadele gücünü göstermek için bir fırsat size.


Dolayısıyla kendinizi durduk yere sıkıştırdığınız bu yerden, basmakalıp düşünmenin harika totolojiler diyarından tekrar çıkaracak tek bir araç var ve işin püf noktası tam da burada yatıyor: düşünmek. Çeviri bir kaçınılmazlıksa eğer ve kendi dışımızı görmek için çeviriye muhtaçsak, o zaman çevirinin olup olmayacağını değil nasıl olacağını, hangi beklentilere yönelik olarak, hangi biçimle yapılacağını düşünmek gerekiyor.

Bir kez daha: olanaksız ama yine de ne yapabiliriz?