Birlikte yaşıyoruz evimde: evim ve ben. Yüz yüze gelmemeye çalışıyoruz, herkes kendi yoluna gidiyor. Benim kendi bölgem var, onun kendi bölgesi. İtiraf edeyim, benimkisi evin oldukça sınırlı bir bölgesi. Onun bölgesine girmemeye çalışıyorum. Aklımın köşesinden bile geçirmiyorum bunu. Aslında birlikte yaşıyormuşuz gibi de değiliz. O yokmuş gibi yapıyorum. Hiçe saymak da değil ama bu. İlişkilenmiyorum onunla, o kadar. İçim sıkılıyor, usanç duyuyorum onunla ilişkilenmem gerektiğini düşününce. Beceriksizliğimin tüm hatlarıyla yüzleşmek gibi geliyor bana, kaçınıyorum bundan.
Sadece birlikte yaşamıyor, aynı zamanda birlikte yaşlanıyoruz. 26 yıldır buradayım ve hiç dokunmadım ona. Ne badana, ne zorunluluk dışı bir tamirat veya tadilat. Duvarlarındaki lekelerde, çatlaklarda, kapılarının düşmüş, sararmış boyalarında, yürüyünce piyano tuşları gibi ses veren parkelerinde, eskiyi bile göstermeyen musluklarında… kendini bırakışın ve tutulup kalmanın tarihini birlikte gidiyoruz.
Bazen üstüme geliyor, benim bölgeme yayılmaya başlıyor. Olmayan gücümle, yine de son bir çabayla uzaklaştırıyorum onu. Tedirgin edici bir ruhu var çünkü, bıraksam her yeri ele geçirecek. Neyse ki geri çekilmeyi biliyor. Yazgılarımız bağlı birbirine. Biliyor ki ben bir gün gidersem eğer, onun da işi bitik. Kim ister böyle bir hayaletle yaşamayı? Alırlar ellerine fırçayı, silerler bütün tarihi, benimkini ve benimkiyle birlikte onu da.
Bir gün olacak tabii. Düşünmek bile istemiyorum. Nasıl olur ki? Aklıma ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ düşüncesi geliyor. Peki, ‘ondan geriye ne kalırdı’dan ötesi yok mu olur, hiç olmamış gibi mi olurdu? Yok olursa ben kurtulmuş mu olurdum ondan? Tuhaf, tam ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ diye düşünecekken ‘ben gidersem benden geriye ne kalır’ diye düşünmeye geçiyorum. İlişkilenilemeyen bir varlıkla inanılamayan bir yokluk arasında bir yere takılıp kalıyorum.
Bir bekçi gibiyim bu ilgisizlik müzesinde. Ancak cemaatini yitirmiş yalnız bir tapınağın mı, yoksa tapınağını yitirmiş bir cemaatin mi bekçisiyim? Adeta bir tarih öncesini gösteriyorum, Halep’teki Yunan Ortodoks kilisesinin son bekçileri gibi. Yaşlıydılar, kilise mi daha eskiydi onlar mı ayırt edilemiyordu adeta. Ne yapacağımı bilemediğim bir sızı gibiydi, onları o halde görmek. O tarihi hiç mi hiç bilmeyen bana bile buldurtuyorlardı o eskiyi. Kendilerinin bekçisiydiler, benim gibi.
Eski ev arkadaşlarım da beni, benimle birlikte de evimi bulunca geçmişlerini buluyorlar. Evimi buluyorlar mı ya da buldukları evim mi oluyor, yoksa onların evi mi? Kendi evime dokunmadığım için onlarınkine de dokunmamış oluyorum sonuçta. Kim istemez geçmişine kısa bir ziyareti. Ya diğerleri, Halep’teki kiliseye bakan ben bakışıyla evime bakanlar? Dışındaki dünyaya bir sürpriz yapmayan, yeterince tuhaf bir akvaryumda yerli yerlerinde duran taşlara mı bakıyorlar konforlu bir mesafeden? Ve ben, kendi geleceğimi sadece o her tarafı geçmiş evin içinde bulabileceğimi zannediyorum sanki. Hayaletlere dokuna dokuna. İçinde yaşadığım şehir gibi, hep geçmişi hatırlatan, ancak tam da geçmişe giderek geçmişle yüzleşmemeye mazeret bulan.
Edip Cansever’in karizmatik “Oda” adlı şiiri[1] geliyor aklıma:
Gün günden odamın şeklini alıyorum
İşliyorum bu iniltili varlığı yeniden
Kim bilir, duyuyorum yazgısını belki de
Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye
Dal olan bir böceğin
O garip yazgısını.
Ne ölüme benzer, ne ölümsüzlüğe.
Çok yakın geliyor, ama dikkatli bakınca benimkinin aslında tam tersi olduğunu fark ediyorum. Ben evimin değil, evim benim şeklimi alıyor çünkü. “Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye dal olan” ben değilim. Tam tersine evim beni içimden yiye yiye ben oluyor sanki. Aslında bu da değil. İşin doğrusu evim, ben dışıma taştıkça ben oluyor. Ama ben ve evim ayrıyız değil mi? Dağılmış ve toplanamayan bir varlık ben, aramak istersem oradayım. Bulsam ne olacak? Ne birleşmek mümkün ne ayrılmak. Duruyoruz öyle.
Sadece birlikte yaşamıyor, aynı zamanda birlikte yaşlanıyoruz. 26 yıldır buradayım ve hiç dokunmadım ona. Ne badana, ne zorunluluk dışı bir tamirat veya tadilat. Duvarlarındaki lekelerde, çatlaklarda, kapılarının düşmüş, sararmış boyalarında, yürüyünce piyano tuşları gibi ses veren parkelerinde, eskiyi bile göstermeyen musluklarında… kendini bırakışın ve tutulup kalmanın tarihini birlikte gidiyoruz.
Bazen üstüme geliyor, benim bölgeme yayılmaya başlıyor. Olmayan gücümle, yine de son bir çabayla uzaklaştırıyorum onu. Tedirgin edici bir ruhu var çünkü, bıraksam her yeri ele geçirecek. Neyse ki geri çekilmeyi biliyor. Yazgılarımız bağlı birbirine. Biliyor ki ben bir gün gidersem eğer, onun da işi bitik. Kim ister böyle bir hayaletle yaşamayı? Alırlar ellerine fırçayı, silerler bütün tarihi, benimkini ve benimkiyle birlikte onu da.
Bir gün olacak tabii. Düşünmek bile istemiyorum. Nasıl olur ki? Aklıma ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ düşüncesi geliyor. Peki, ‘ondan geriye ne kalırdı’dan ötesi yok mu olur, hiç olmamış gibi mi olurdu? Yok olursa ben kurtulmuş mu olurdum ondan? Tuhaf, tam ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ diye düşünecekken ‘ben gidersem benden geriye ne kalır’ diye düşünmeye geçiyorum. İlişkilenilemeyen bir varlıkla inanılamayan bir yokluk arasında bir yere takılıp kalıyorum.
Bir bekçi gibiyim bu ilgisizlik müzesinde. Ancak cemaatini yitirmiş yalnız bir tapınağın mı, yoksa tapınağını yitirmiş bir cemaatin mi bekçisiyim? Adeta bir tarih öncesini gösteriyorum, Halep’teki Yunan Ortodoks kilisesinin son bekçileri gibi. Yaşlıydılar, kilise mi daha eskiydi onlar mı ayırt edilemiyordu adeta. Ne yapacağımı bilemediğim bir sızı gibiydi, onları o halde görmek. O tarihi hiç mi hiç bilmeyen bana bile buldurtuyorlardı o eskiyi. Kendilerinin bekçisiydiler, benim gibi.
Eski ev arkadaşlarım da beni, benimle birlikte de evimi bulunca geçmişlerini buluyorlar. Evimi buluyorlar mı ya da buldukları evim mi oluyor, yoksa onların evi mi? Kendi evime dokunmadığım için onlarınkine de dokunmamış oluyorum sonuçta. Kim istemez geçmişine kısa bir ziyareti. Ya diğerleri, Halep’teki kiliseye bakan ben bakışıyla evime bakanlar? Dışındaki dünyaya bir sürpriz yapmayan, yeterince tuhaf bir akvaryumda yerli yerlerinde duran taşlara mı bakıyorlar konforlu bir mesafeden? Ve ben, kendi geleceğimi sadece o her tarafı geçmiş evin içinde bulabileceğimi zannediyorum sanki. Hayaletlere dokuna dokuna. İçinde yaşadığım şehir gibi, hep geçmişi hatırlatan, ancak tam da geçmişe giderek geçmişle yüzleşmemeye mazeret bulan.
Edip Cansever’in karizmatik “Oda” adlı şiiri[1] geliyor aklıma:
Gün günden odamın şeklini alıyorum
İşliyorum bu iniltili varlığı yeniden
Kim bilir, duyuyorum yazgısını belki de
Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye
Dal olan bir böceğin
O garip yazgısını.
Ne ölüme benzer, ne ölümsüzlüğe.
Çok yakın geliyor, ama dikkatli bakınca benimkinin aslında tam tersi olduğunu fark ediyorum. Ben evimin değil, evim benim şeklimi alıyor çünkü. “Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye dal olan” ben değilim. Tam tersine evim beni içimden yiye yiye ben oluyor sanki. Aslında bu da değil. İşin doğrusu evim, ben dışıma taştıkça ben oluyor. Ama ben ve evim ayrıyız değil mi? Dağılmış ve toplanamayan bir varlık ben, aramak istersem oradayım. Bulsam ne olacak? Ne birleşmek mümkün ne ayrılmak. Duruyoruz öyle.
[1] Sonrası Kalır I, Bütün Şiirleri, Edip
Cansever, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015, sayfa 453.