Dienstag, 28. Mai 2019

Evim


Birlikte yaşıyoruz evimde: evim ve ben. Yüz yüze gelmemeye çalışıyoruz, herkes kendi yoluna gidiyor. Benim kendi bölgem var, onun kendi bölgesi. İtiraf edeyim, benimkisi evin oldukça sınırlı bir bölgesi. Onun bölgesine girmemeye çalışıyorum. Aklımın köşesinden bile geçirmiyorum bunu. Aslında birlikte yaşıyormuşuz gibi de değiliz. O yokmuş gibi yapıyorum. Hiçe saymak da değil ama bu. İlişkilenmiyorum onunla, o kadar. İçim sıkılıyor, usanç duyuyorum onunla ilişkilenmem gerektiğini düşününce. Beceriksizliğimin tüm hatlarıyla yüzleşmek gibi geliyor bana, kaçınıyorum bundan.

Sadece birlikte yaşamıyor, aynı zamanda birlikte yaşlanıyoruz. 26 yıldır buradayım ve hiç dokunmadım ona. Ne badana, ne zorunluluk dışı bir tamirat veya tadilat. Duvarlarındaki lekelerde, çatlaklarda, kapılarının düşmüş, sararmış boyalarında, yürüyünce piyano tuşları gibi ses veren parkelerinde, eskiyi bile göstermeyen musluklarında… kendini bırakışın ve tutulup kalmanın tarihini birlikte gidiyoruz.

Bazen üstüme geliyor, benim bölgeme yayılmaya başlıyor. Olmayan gücümle, yine de son bir çabayla uzaklaştırıyorum onu. Tedirgin edici bir ruhu var çünkü, bıraksam her yeri ele geçirecek. Neyse ki geri çekilmeyi biliyor. Yazgılarımız bağlı birbirine. Biliyor ki ben bir gün gidersem eğer, onun da işi bitik. Kim ister böyle bir hayaletle yaşamayı? Alırlar ellerine fırçayı, silerler bütün tarihi, benimkini ve benimkiyle birlikte onu da.

Bir gün olacak tabii. Düşünmek bile istemiyorum. Nasıl olur ki? Aklıma ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ düşüncesi geliyor. Peki, ‘ondan geriye ne kalırdı’dan ötesi yok mu olur, hiç olmamış gibi mi olurdu? Yok olursa ben kurtulmuş mu olurdum ondan? Tuhaf, tam ‘ben gidersem ondan geriye ne kalırdı’ diye düşünecekken ‘ben gidersem benden geriye ne kalır’ diye düşünmeye geçiyorum. İlişkilenilemeyen bir varlıkla inanılamayan bir yokluk arasında bir yere takılıp kalıyorum.

Bir bekçi gibiyim bu ilgisizlik müzesinde. Ancak cemaatini yitirmiş yalnız bir tapınağın mı, yoksa tapınağını yitirmiş bir cemaatin mi bekçisiyim? Adeta bir tarih öncesini gösteriyorum, Halep’teki Yunan Ortodoks kilisesinin son bekçileri gibi. Yaşlıydılar, kilise mi daha eskiydi onlar mı ayırt edilemiyordu adeta. Ne yapacağımı bilemediğim bir sızı gibiydi, onları o halde görmek. O tarihi hiç mi hiç bilmeyen bana bile buldurtuyorlardı o eskiyi. Kendilerinin bekçisiydiler, benim gibi.

Eski ev arkadaşlarım da beni, benimle birlikte de evimi bulunca geçmişlerini buluyorlar. Evimi buluyorlar mı ya da buldukları evim mi oluyor, yoksa onların evi mi? Kendi evime dokunmadığım için onlarınkine de dokunmamış oluyorum sonuçta. Kim istemez geçmişine kısa bir ziyareti. Ya diğerleri, Halep’teki kiliseye bakan ben bakışıyla evime bakanlar? Dışındaki dünyaya bir sürpriz yapmayan, yeterince tuhaf bir akvaryumda yerli yerlerinde duran taşlara mı bakıyorlar konforlu bir mesafeden? Ve ben, kendi geleceğimi sadece o her tarafı geçmiş evin içinde bulabileceğimi zannediyorum sanki. Hayaletlere dokuna dokuna. İçinde yaşadığım şehir gibi, hep geçmişi hatırlatan, ancak tam da geçmişe giderek geçmişle yüzleşmemeye mazeret bulan.

Edip Cansever’in karizmatik “Oda” adlı şiiri[1] geliyor aklıma:

   Gün günden odamın şeklini alıyorum
   İşliyorum bu iniltili varlığı yeniden
   Kim bilir, duyuyorum yazgısını belki de
   Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye
   Dal olan bir böceğin
   O garip yazgısını.

   Ne ölüme benzer, ne ölümsüzlüğe.

Çok yakın geliyor, ama dikkatli bakınca benimkinin aslında tam tersi olduğunu fark ediyorum. Ben evimin değil, evim benim şeklimi alıyor çünkü. “Kuru bir dal parçasını içinden yiye yiye dal olan” ben değilim. Tam tersine evim beni içimden yiye yiye ben oluyor sanki. Aslında bu da değil. İşin doğrusu evim, ben dışıma taştıkça ben oluyor. Ama ben ve evim ayrıyız değil mi? Dağılmış ve toplanamayan bir varlık ben, aramak istersem oradayım. Bulsam ne olacak? Ne birleşmek mümkün ne ayrılmak. Duruyoruz öyle.


[1] Sonrası Kalır I, Bütün Şiirleri, Edip Cansever, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015, sayfa 453.

Mittwoch, 8. Mai 2019

“Deniz” müzesi



Denizle iç içe bir şehir İstanbul. Tarihini denizsiz kurgulamak, en temel bileşenini göz ardı etmek, onu ıskalamak demek olurdu. Kendine has balıkları, simitçi martıları, sırtını denize dönerek kuruyan karabatakları, ıslak lodosları, tarih ve doğasını canhıraş bir kesintiye uğratan liman ve vinçleri, son derece normal bir kent görünümüymüş gibi karşınıza dikiliveren tankerleri, iki yakayı kavuşturan vapurları, balık halleri, balıkçı tekneleri, köprülerinden, kıyılarından ya da (boğazın ortasındaki yoğun trafiğe karşın istifini bozmadan) sandallarından balık tutanları, akıntı burnu, akıntının her yerde oluşu, iskeleleri, köprüleri, denize bakan mekanları ve o mekanlara bakan vapur seyirleri, adalardaki korunaklı cennetleri, boğazlardaki güzel hayatlar olmuş yalıları, denize inen sokakları, o sokaklardan denize inenleri, sahillerinden yürüyenleri, kayalıklarda oturup bira içip denize bakarak avuntu arayanları aklıma gelen birkaç resim sadece. Denize karşı değil, denizin üstünde ve içinde bir yaşamdı İstanbul ve birçokları için hâlâ öyle. Dünyanın neresinde tanker ve şilepleri, martıların havada kanat çırpmadan süzülüşlerini bu kadar yakından izleme olanağı var? Nerede var iskele önlerinde henüz oynayan balıkların satılıyor olması? Hep bir “karşı” yakaya ve sanki özlemle bakılıyor olması? Vapurlarını bu kadar çok seven bir şehir var mıdır dünyada? (Ütü biçiminde olanları hariç!) 

Ve ne mutlu ki işte tüm bu tarihi bulup ilişkilendirebileceğimiz bir deniz müzemiz var! Üzgünüm, kötü bir espriydi sadece, maalesef böyle bir müze yok. Beşiktaş’taki Deniz Müzesi, İstanbul’un denizle olan ilişkisini bulamayacağınızın en garantili olduğu yerdir herhalde. Kruvazör, fırkateyn, kalyon maketleri ve saltanat kayıkları var orada sadece. Araya bir iki kayık sıkıştırılmış hepsi o kadar. Oysa denizle bilerek veya bilmeyerek ilişkilenenlerin şehri burası, dolayısıyla bir deniz müzesine çok ihtiyaç var. Kendini sürekli kaybeden bu şehrin kendini arayabileceği yerlerden biri olabilirdi burası. Hâlbuki bu haliyle bir dayatma gibi duruyor. Kendi kendine bir dayatma tabii, yoksa ne denizle böylesine haşır neşir bir kentin deniz algısını, ne de çağrışım alanı çok güçlü deniz sözcüğünün sözlük anlamını değiştirmeye gücü yetebilir. 



“Deniz” değil, eski haliyle “Donanma”, şimdiki haliyle ise “Donanma ve Saltanat” Müzesi olmalıydı bu müzenin adı. İngilizcesinde dürüst davranılmış, Naval Museum denmiş, yani Donanma Müzesi ama Türkçesi “Deniz” sadece. İyi niyetle bakalım, bir yerlerden deniz sevgisi karışmış ve bu kapsayıcı sözcüğe getirmiştir belki. Ama sözcükler sorumluluk da getirirler beraberlerinde. O sorumluluk bilinmek istenmemiş pek. Nasıl sivillik, militarist bir dünya görüşünün algısının dışında kalıyorsa, deniz hayatı da donanmacı bir bakışın dışında kalmış. Her halükarda deniz ve iktidarın kibirli bir kesişim bölgesi olmuş. Sonuç denizle olan bağımız üzerine düşünebileceğimiz bir müze yerine bizi askeri ve saltanatsal bir bağlama çeken ve bunu da denizle olan ilişkinin bütünü iddiası altında yapan bir müze olmuş. Müzenin girişindeki duvara yapılmış resim, arkada duran zihniyeti, bu satırların verebileceğinden çok daha keskin bir biçimde anlatıyor: saltanat olmuş hücumbot, hücumbot olmuş saltanat. Gerçekten var böyle bir kesişim. Öte yandan kayıklardaki saltanat, sadece bir zevki değil, aynı zamanda bir hiyerarşinin zirve noktasını da gösteriyor. Bu zirve de askeri hiyerarşinin zirvesi tabii ki. 

Başka ülkelerde böyle olmuyor deniz müzeleri. Örneğin Norveç’te Oslo yakınındaki Bygdøy yarımadasındaki müzelerde (Viking tekneleri, Kon-Tiki salı, Kutup gemileri ve Gemicilik müzelerinde) gösteriliyor. Bu dünyaya keşfe giden sal, tekne ve gemileri keşfedereken gerçekten bir şey anlıyor, o zamanları gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Bu müzeler keşiflerdeki hayatı anlamaya yönelik. Bizde keşif yok, ama denizle olan kendi ilişkimizi keşfetmeye yönelik olabilirdi, maalesef yok.
Hani nerde kentin gelişimini belirlemiş Şirket-i Hayriye’nin tarihi? Hani eskinin kaybolmuş antik limanları? (Fatih zamanında Haliç’in girişini kapatan zincirler bağlamsız ve yalnız bir biçimde duruyor). Hani İpek Yolu’nun durakları, Cenevizliler ve Bizans. Hani Haliç sefaları, hani yalılar, hani Sarıyerli balıçılar, uskumru kurutulan esintili bölgeler, hani Sadun Boro ve Kısmet? Gönül alacak kadar bir ilişkilenme bile yok. Buna karşılık saltanat kayıklarının sağına soluna, her köşesine aksesuar olarak toplar yerleştirilmiş. Amanın ne sevimli şeyler, insan öldürmeye yarıyorlar.

Deniz algımızın tıkandığı yer Deniz Müzesi, askeri ve hiyerarşik bir müze. Bakmayın öyle hoş bir kafeteryası olduğuna, konserler verildiğine, sivil toplum dostu değil orası. Çünkü en büyük sivilleştiricilerden denizin kendisi yok orada.