Samstag, 20. März 2021

Café Museum ve olmayana ergi

 

 
Lise 1 matematik dersinde öğrenmiştim bu kavramı, çok zor bir şeymiş gibi geliyor kulağa, ama öğretmen (Ali Nevruz) iyi olunca tek seferde yerleşiyor zihne. Aslında çok basit: bir ispatı tüm öğeleri ve işlemleri tersine çevirerek (‘değili’ni alarak) yaparsanız, bu işlemin sonunda çıkan sonucu da tersine çevirirseniz (değillerseniz) vardığınız yer, hesabı hiç bunları yapmadan yapsaydınız varacağınız yerin aynısı oluyor. Yani: p v q = r ise o zaman: p’ q’ = r’ olmalıdır. Bir tür sağlama, Latince adı reductio ad absurdum. Şu an içinde oturduğum Café Museum sanki böyle bir değillemeye maruz kalmış gibi. Bakalım öyle mi?

İçinde bulunduğumuz kısmi lockdown döneminde kütüphanelerin açılmasına izin verilince az sayıda kafe de ‘Fliegendes Lerncafé’ diye bir inisiyatif çerçevesinde mekânlarını çalışmak isteyenlere açtı. Öğrenciler iki saatliğine evlerinden kurtulup ders çalışabilsinler diye... Rezervasyonla ve sınırlı sayıda kişiye yer veriliyor. Hani daha önce kütüphane kafe olur mu diye sormuştum ya işte burada onun tam tersi olmuş, kafe kütüphane olmuş. Fırsat bu fırsat, rezervasyonu yapıp Café Museum’a gittim ve yerimi aldım.  Ancak bu mekânı ezbere bilmesem, masalar mermer (imitasyonu) olmasa ve camda da Café yazmasa anlayamam burasının kafe olduğunu. Ama tabii ben ısrarla bir kafede olmak istediğim için buradayım.

Masalar sandalyeler yerli yerinde, kahve fincanları raflarda son derece düzenli dizilmiş duruyorlar. Sanki terk edilip gidilmiş ama ortalık tuhaf bir biçimde tertemiz ve raflarda toz yok. Orta yerde duran kocaman saatin akreple yelkovanının üzerinde bir pleksiglas kaplama var ve onun üzerinde de Viyana tarihinin kritik olaylarını gösteren kayıtlar yerleştirilmiş. Café Museum’un bir müze (adının da söylediği gibi), bir tarih müzesi olduğunu, kafeler olalı beri neler neler olduğunu ama kafelerin hep burada olduğunu göstersin diye buradalar. Güya.

Kanımca bu kayıtlar, bir soylulaştırma eylemini gizlemek için buradalar. Önce satranç oynayanlar uzaklaştırıldı (yeterince tüketim yapmıyorlardı herhalde); sonra Adolf Loos’un ilk dekorasyonuna dönüyoruz diyerek mekana darbe yapıldı, daha sonra o tutmayınca bir önceki eskiye öykünen bir yeniye dönüldü; duvara Viyana’da ilk kafeyi açtığı söylenen Kolschitzky’nin tablosu asıldı vs. Bu arada o yitirilen fark edildi ama ayarlarla hoyratça oynanınca o eski ayar tutturulamadı bir daha. İşte bu saat bana, yitenleri başka yoldan telafi etmek için konmuş gibi geliyor. Belki sürekli şikayet edilen ama o olmadan da rahatlanamayan çünkü içinde yaşanan bir geçmiş yerine kişilerin ve olayların üst üste yığıldığı bir tarih koyarak (Cem Selcen’in de dediği gibi) çıkılmaya çalışılmış başlangıçtaki hatadan. Bir tarihin içindesiniz diyor o, ama ben artık çekip gitmiş bir geçmişin dışındayızı anlıyorum. Kafenin o eski haliyle birlikte yitirilen kendiliğindenliğini ve o kendiliğindenliğin içinde neler olduğunu düşündürtüyor.

Çok önce yazdığım bir yazıda kafeleri özellikleri değil de özelliksizlikleri üzerinden betimlemiştim: kötü kahve, tersleyici garson ve köhne mobilyalar. Şimdi bu olmayana ergi hesabında kahve servisi yasak, bu yüzden garson da yok. Yukarıda anlattığım gibi ikinci kez yenilendikten sonra mobilyaların köhne bir hali de yok, sadece klasik tarzda yeni mobilyalar. Ve tabii Viyanalılar yok. ‘Wie schön wäre Wien ohne Wiener!’ diyor Georg Kreisler’in “Wien ohne Wiener“ adlı şarkısı. Şimdi burada bunun tam tersini deneyimliyorum, kafeyi dolduracak Viyanalıları arıyorum, meğer ne hoşmuş. Yan odada harıl harıl satranç oynandığını bilmek ne güzel olurdu ama o insanlar gönderildiler. Yalnızca masalarda oturmanın dışında tanımın tek bir içeriği bile yok. Alfred Polgar’ın aforizması: “yalnız olmak isteyen ama bunun için topluma gereksinim duyan insanlar” beni de anlatıyor. Dolayısıyla olmayana ergimiş veya Latincesiyle absürde indirgenmiş durumdayım. Ancak tam da değil. Ortaya çıkan sonuç kafenin ‘değili’ de değil. Yani şu an burası anti-maddelerin anti-fizik yasalarıyla işleme girdiği bir kafe anti-uzayı değil. Bir kafede olduğum duygusunda ısrar ediyorum yine de. Nasıl edebiliyorum?

Az sayıda sessiz sessiz çalışan öğrenciyle oldukça boş bir kafe mekânında dahi kendimi görece iyi hissedip çalışmamdan belli bu. Demek ki işleme girmeyen, arta kalan bir parça var o zaman. Ve o parça benim tanımlayamadığım ve/ya bilmeden içimde taşıdığım bir şey olmak zorunda. Tanımlama çabam yanlış değildi ama tüm gerçeği kavrayamamış demek ki. Çeviride kaybolan bir şeyler var. Birisinin şiiri böyle çevrilemeyen olarak tanımladığı gibi kafede de böyle bir durum var, benim tanımlama çabalarımın yetersiz kaldığı, çeviremediğim bu yerde, eksik kalan bir veya birçok öğe var. Saptanamadığı için olmayana ergi hesabına tersi alınamadan girivermiş ve bu yüzden de hesabın tutmasını engelleyen...

Adına alışkanlık mı desem? (Ne zaman başımız sıkışsa deriz zaten bunu.) Nihayetinde daha başka şeylerin de eksik olduğu, örneğin kendine özgü gürültü spektrumunun, o gürültüyü üreten konukların eksik olduğu bu mekânı kafe olarak kutsayan benim, daha doğrusu benim ayaklanmış beklentilerim. Gelenek, içimizde bilmeden taşıdıklarımızda saklı olsa gerek. Bildiğimizde ya yorucu bir kalıp halini alıyor ya da çaresizliğin sığınağı oluyor. Ele geçirilemeyen, adı konamayan bir gelenekten, onun içine kurulmuş hayattan ve ilişkilenme mecralarından bahsediyorum. En güzel düşüncelerim burada geldi bana, en aykırı yazılarımı da burada yazdım ben.