Hakikilik arayışı belirliyor şiir sevgimizi. Ne zamanki bir hakikilikle birleştirebilmişiz şiiri, o zaman sevmişiz onu; örneğin ancak 2000’lerde İkinci Yeni’yi. Diyeceksiniz ki bundan daha doğal ne olabilir? İşte ben de tam da onu diyecektim: o geleneksel doğallığımızı.
Cesur
metaforlara, arttırılmış çokanlamlılıklara, göndergesini açık etmeyen ya da
muğlaklaşan dizelere şiirimizde belki bazen saygı duyulur, ama mutlaka uzak
durulur. Ne zaman ki o dizelerin günü gelir, o metaforlar birtakım soyutlukları
anlatır görünür, ne zaman ki çoklu göndergeler yaşamamızın ta kendisi, eski
tekli göndergeler ise tehlikesi olur, o zaman kadri bilinmemiş eski şairlere
yazıklananların en ön sırasında yerler alınır. Yalan da değildir, üzülünür de
gerçekten. Anımsanmazken beş dakika önce nerede olunduğu. Ve düşünülmezken bu
yeni işaretlere hakikiliği atfedenin yine biz kendimiz olduğu.
Oysa
hemen sormak gerekir: acaba şimdi hangi gelecek zaman kurgusunu hangi şairde
kaçırmaktayızdır? Dahası: ya bir gelmeyecek zaman kurgusu ise o dize? Daha
dahası: kim çıkaracak sizi zamandan? Yok, suçladığım yok kimseyi. Hepimiz böyle
yapıyoruz. Bir alanda değilse diğerinde muhakkak. İşte sana hakikat.
Hakikat Arapçadan gelen bir sözcük, köken
olarak bir sözcüğün zihinsel karşılığı demek, ancak öyle yüce veya uhrevi falan
değil de, öncelikle sözlüksel karşılığı demek. Öyle mucizevi ve de gizemli bir
anlam içerdiği yok, en azından sözcüğün çıkışı itibariyle. Daha sonraki öyküsü?
Evet, sonrası ve öyküsü!
Her
şeyiyle kurgular içinde yaşanıyor da, niyeyse ancak bazılarına doğallık
nişanını takılıyor. Ve hakikat adına işleniyor en büyük suçlar. Çok iyi
bakıyorum hakikat diyen ağızlara; acaba kimlerin canını yakacak ve kimleri
nereye hapsedecek diye, hangi hükümdarlığı kurmanın peşinde diye. Oysa bırakın
hakikati, gerçeklik dersen tutturamazsın, duygular dersen elinden kayar
yakalayamazsın, hormonlar sen daha anlayamadan değişiverir, bellek dersen hep
tazelenir de sen o yenilere daha bir hışımla sarılırsın.
Amacım
yalana övgü değil; ölümün, sömürünün, kötülüğün olduğu yerde ne mümkün. Ne
bilimin ideali gerçeğe karşı çıkabilirim ne birtakım toplumsal olgulara. Ama
mesele bu değil ki. Mesele kurgu ve kurguya duyulan kuşku. Ve oyuna
isteksizlik. Kurgu olmadan hakikat nasıl tutturulur? Bilimsel gerçek, yerine
daha iyisi gelene kadar inanılan kurgu değil mi? Ne güvenebilirsiniz bir
gerçeğe, ne de tutturabilirsiniz gerçekliği ve de kendinizi? Sözüm öncelikle kendinden
ve hakikatlerinden bıkanlara. Varlığın dayanılmaz darlığından ve her yerde
hazır ve nazır oluşundan bıkanlara. Kendinden, mahallesinden, kentinden ve
ülkesinden, dünyadan çıkmak isteyenlere…
Şiirlerini
birer “içindekiler” bölümü olarak görür HC Artmann, içi doldurulacak bir içindekiler
olarak. Geleceğe dair birer tasarıdırlar, ama aslında geçmişten kurtaracak.
Evet geçmişten kurtaracak, daha iyi bir geçmiş sunmak özlemiyle. Yani geleceğe
taşınmış bir geçmiş olarak değil de, tam aksine geçmişe taşınmış bir gelecek
olarak. II. Dünya Savaşı ve Holokost felaketleri, geleceğe ve hemen ardından da
alternatif bir geçmişe yönlendirir muhtemelen şairi. Kim istemezdi daha iyi bir
geçmişten gelmeyi? Bu ise şiirlerinde başka geleneklerden bahsetmekle olmuyor.
Kendi geleneğinin dışına çıkmayı, böylece kaçış yollarını göstermeyi
gerektiriyor.
Artmann
için Konrad Bayer, “şairin varoluşunun mümkün olduğuna dair kanıt ve görüş idi
benim için” demiş. Bayer’in bu cümlesinin ne demek istediğini yıllar sonra
Artmann’ı çevirirken idrak ettim. Viyana’nın işçi mahallesinin arka sokaklarına
doğup büyüyen Artmann bana, tüm şiir tarihlerine yayılan, evrensel bir ruhun
(küresel dememek için) olanaklılığını gösteriyor. Evrenselliği burada, varoluşun
darlığı hakkında gizliden hemfikir olduğumuz insanlar ve düşünceleri olarak
görüyorum ben. Randevusuz, habersiz ve mesajsız bir buluşma ve plansız ama sevinçli
bir işbirliği olarak. (Gezi geliyor aklıma.)
Böyle
bir evrensellik rüzgârı şiirimizde de esmiş. Nazım Hikmet diyenleri duyuyorum, evet
Nazım bir darlıktan çıkarıyor ama hemen ardından belli bir gerçekliğe ışınlamak
için. Tabii o yıllarda bu kurtuluş gibi bir şey ve saygı. Ama dediğim bu değil.
Ercümend Behzad Lav’ın 1931 yılında
yayımlanan S.O.S. adlı kitabının,
kitapla aynı adlı şiirine
bakıyorum, nasıl alışılmışın dışına çıkarak yoklamaya çalışıyor uzayı ve ne
güzel deniyor kaçmayı. Behçet Necatigil’in şiir geçmişinde bir göktaşı gibi
duruyor kareler. Aşılmak şöyle dursun,
yanına bile yaklaşılamamış bir kitap. Söyleşilerinden bilinçle yazdığı çok belli
olan bu kitaptan, gelişi kadar açıklanamaz bir biçimde uzaklaşmış ne yazık ki.
Okur da bir göktaşıyla ne kadar ilgilenirse o kadar ilgilenmiş bu kitapla. Nazmi
Cihan Beken’in Cihan Ansiklopedisi, işte
bunun için yaşandı modern şiirimizin tüm macerası dedirten bir proje idi. Ve
Cihan’la yaptığım konuşmalar onun düşünüşünü izlediğim, şairin nasıl bir şey
olduğuna dair zihnimde bir tahayyül oluşmasını sağlayan narin anlardı. Dünyadan
Çıkış’tı yayınevinin enfes adı, ancak maalesef bizi çıkaracağına kendi çıktı
gitti o dünyadan. Son şiirsel eylemi oldu.
Bulunduğun
o darlıktan kurtulma isteği bile değil bu, orayı aklından bile geçirmemek
belki, zaten aslında oraya hiç girmemek, orada öyle dururken orada olmamak (Velimir
Khlebnikov geliyor aklıma). Kurgu bir olanak, bizler için de, şairler için de,
olanağın olanağı. Hiç kolay bir şey değil ama sanat ve edebiyat yapıyor bunu.
Yoksa başka kim veriyor size, kurtulmak olanağını, varlığın darlığından ve
hakikatten de?