Freitag, 22. Mai 2020

Varlığın darlığı


Hakikilik arayışı belirliyor şiir sevgimizi. Ne zamanki bir hakikilikle birleştirebilmişiz şiiri, o zaman sevmişiz onu; örneğin ancak 2000’lerde İkinci Yeni’yi. Diyeceksiniz ki bundan daha doğal ne olabilir? İşte ben de tam da onu diyecektim: o geleneksel doğallığımızı.

Cesur metaforlara, arttırılmış çokanlamlılıklara, göndergesini açık etmeyen ya da muğlaklaşan dizelere şiirimizde belki bazen saygı duyulur, ama mutlaka uzak durulur. Ne zaman ki o dizelerin günü gelir, o metaforlar birtakım soyutlukları anlatır görünür, ne zaman ki çoklu göndergeler yaşamamızın ta kendisi, eski tekli göndergeler ise tehlikesi olur, o zaman kadri bilinmemiş eski şairlere yazıklananların en ön sırasında yerler alınır. Yalan da değildir, üzülünür de gerçekten. Anımsanmazken beş dakika önce nerede olunduğu. Ve düşünülmezken bu yeni işaretlere hakikiliği atfedenin yine biz kendimiz olduğu.

Oysa hemen sormak gerekir: acaba şimdi hangi gelecek zaman kurgusunu hangi şairde kaçırmaktayızdır? Dahası: ya bir gelmeyecek zaman kurgusu ise o dize? Daha dahası: kim çıkaracak sizi zamandan? Yok, suçladığım yok kimseyi. Hepimiz böyle yapıyoruz. Bir alanda değilse diğerinde muhakkak. İşte sana hakikat.

Hakikat Arapçadan gelen bir sözcük, köken olarak bir sözcüğün zihinsel karşılığı demek, ancak öyle yüce veya uhrevi falan değil de, öncelikle sözlüksel karşılığı demek. Öyle mucizevi ve de gizemli bir anlam içerdiği yok, en azından sözcüğün çıkışı itibariyle. Daha sonraki öyküsü? Evet, sonrası ve öyküsü!

Her şeyiyle kurgular içinde yaşanıyor da, niyeyse ancak bazılarına doğallık nişanını takılıyor. Ve hakikat adına işleniyor en büyük suçlar. Çok iyi bakıyorum hakikat diyen ağızlara; acaba kimlerin canını yakacak ve kimleri nereye hapsedecek diye, hangi hükümdarlığı kurmanın peşinde diye. Oysa bırakın hakikati, gerçeklik dersen tutturamazsın, duygular dersen elinden kayar yakalayamazsın, hormonlar sen daha anlayamadan değişiverir, bellek dersen hep tazelenir de sen o yenilere daha bir hışımla sarılırsın.

Amacım yalana övgü değil; ölümün, sömürünün, kötülüğün olduğu yerde ne mümkün. Ne bilimin ideali gerçeğe karşı çıkabilirim ne birtakım toplumsal olgulara. Ama mesele bu değil ki. Mesele kurgu ve kurguya duyulan kuşku. Ve oyuna isteksizlik. Kurgu olmadan hakikat nasıl tutturulur? Bilimsel gerçek, yerine daha iyisi gelene kadar inanılan kurgu değil mi? Ne güvenebilirsiniz bir gerçeğe, ne de tutturabilirsiniz gerçekliği ve de kendinizi? Sözüm öncelikle kendinden ve hakikatlerinden bıkanlara. Varlığın dayanılmaz darlığından ve her yerde hazır ve nazır oluşundan bıkanlara. Kendinden, mahallesinden, kentinden ve ülkesinden, dünyadan çıkmak isteyenlere… 

Şiirlerini birer “içindekiler” bölümü olarak görür HC Artmann, içi doldurulacak bir içindekiler olarak. Geleceğe dair birer tasarıdırlar, ama aslında geçmişten kurtaracak. Evet geçmişten kurtaracak, daha iyi bir geçmiş sunmak özlemiyle. Yani geleceğe taşınmış bir geçmiş olarak değil de, tam aksine geçmişe taşınmış bir gelecek olarak. II. Dünya Savaşı ve Holokost felaketleri, geleceğe ve hemen ardından da alternatif bir geçmişe yönlendirir muhtemelen şairi. Kim istemezdi daha iyi bir geçmişten gelmeyi? Bu ise şiirlerinde başka geleneklerden bahsetmekle olmuyor. Kendi geleneğinin dışına çıkmayı, böylece kaçış yollarını göstermeyi gerektiriyor.

Artmann için Konrad Bayer, “şairin varoluşunun mümkün olduğuna dair kanıt ve görüş idi benim için” demiş. Bayer’in bu cümlesinin ne demek istediğini yıllar sonra Artmann’ı çevirirken idrak ettim. Viyana’nın işçi mahallesinin arka sokaklarına doğup büyüyen Artmann bana, tüm şiir tarihlerine yayılan, evrensel bir ruhun (küresel dememek için) olanaklılığını gösteriyor. Evrenselliği burada, varoluşun darlığı hakkında gizliden hemfikir olduğumuz insanlar ve düşünceleri olarak görüyorum ben. Randevusuz, habersiz ve mesajsız bir buluşma ve plansız ama sevinçli bir işbirliği olarak. (Gezi geliyor aklıma.) 

Böyle bir evrensellik rüzgârı şiirimizde de esmiş. Nazım Hikmet diyenleri duyuyorum, evet Nazım bir darlıktan çıkarıyor ama hemen ardından belli bir gerçekliğe ışınlamak için. Tabii o yıllarda bu kurtuluş gibi bir şey ve saygı. Ama dediğim bu değil. Ercümend Behzad Lav’ın 1931 yılında yayımlanan S.O.S. adlı kitabının, kitapla aynı adlı şiirine bakıyorum, nasıl alışılmışın dışına çıkarak yoklamaya çalışıyor uzayı ve ne güzel deniyor kaçmayı. Behçet Necatigil’in şiir geçmişinde bir göktaşı gibi duruyor kareler. Aşılmak şöyle dursun, yanına bile yaklaşılamamış bir kitap. Söyleşilerinden bilinçle yazdığı çok belli olan bu kitaptan, gelişi kadar açıklanamaz bir biçimde uzaklaşmış ne yazık ki. Okur da bir göktaşıyla ne kadar ilgilenirse o kadar ilgilenmiş bu kitapla. Nazmi Cihan Beken’in Cihan Ansiklopedisi, işte bunun için yaşandı modern şiirimizin tüm macerası dedirten bir proje idi. Ve Cihan’la yaptığım konuşmalar onun düşünüşünü izlediğim, şairin nasıl bir şey olduğuna dair zihnimde bir tahayyül oluşmasını sağlayan narin anlardı. Dünyadan Çıkış’tı yayınevinin enfes adı, ancak maalesef bizi çıkaracağına kendi çıktı gitti o dünyadan. Son şiirsel eylemi oldu.

Bulunduğun o darlıktan kurtulma isteği bile değil bu, orayı aklından bile geçirmemek belki, zaten aslında oraya hiç girmemek, orada öyle dururken orada olmamak (Velimir Khlebnikov geliyor aklıma). Kurgu bir olanak, bizler için de, şairler için de, olanağın olanağı. Hiç kolay bir şey değil ama sanat ve edebiyat yapıyor bunu. Yoksa başka kim veriyor size, kurtulmak olanağını, varlığın darlığından ve hakikatten de?