Mittwoch, 29. Dezember 2021

Café Heumarkt

 

Kocaman bir geleneğin sıvışırken, hatta belki de çekip gittikten sonra çekilmiş fotoğrafı diye düşündüm. Aslında bunu düşündüren, bir yıpranmayı gözlemliyor olmam, bu yıpranmanın bir kafede gerçekleşiyor olması, benim bu ikisini birleştirmemdi sanırım. Böyle görmem de oldukça olağan, çünkü gelenek ortadan kalkarken fark edilebilen bir şey. İçindeyken kendi varoluşumuzdan ayırmadığınız, bu yüzden de ayırdına varamadığımız, dışındayken de bir bağ kuramadığımız, bu yüzden de kavrayamadığımız bir şey. Ya siz onun içinden çıkarken ya da o sizden uzaklaşırken; yani siz bir başka düzene geçerken farkına varıyorsunuz onun. İçle dış arasında, özdeşleşmeyle yabancılaşmanın bir dengesinde idrak ediyorsunuz. Ayrılmanın verdiği bir sızı da gerekiyor anlamaya zorlanmak için, ayrıklaşmanın verdiği bağımsızlaşma da. Geçmişe dair, bir parçası olmayı bıraktığınız veya olmayı artık başaramadığınız her şeyde olduğu gibi.

Nasıl sıvışır bir kafe geleneği? Müdavimler eksilmeye başlar, garsonun geleneksel asap bozukluğunun artık bir karşılığı yoktur, ziyaretçilerin davranışları değişim gösterir, başka kafe kavramları türemiştir, ancak yeni bir zihniyete sıçramak istemeyen mekân kendisini bırakmaktadır. Onları bir arada tutan birtakım gizli bağlantılar sıvışıyordur veya insan onları bir arada tutmakta yetersiz kalıyordur. Bunların hepsi gerçekleşmiş gibi görünüyor Café Heumarkt’da. Üstelik bildik Viyana kafesini hiç anımsatmıyor da değil burası: köhne mobilyalar ve berbat kahve, mermer masalar çok yakınına getiriyor insanı, her ne kadar garson kibarsa ve de aksi değilse de. Ancak fazlası var ve fazlası fazla: iyiden iyiye sararmış duvar kâğıtları, yırtıkları siyah bantlarla yamanmış ve içine çökmüş deri koltuklar aslında belli bir eskiyi değil genel bir eskimeyi gösteriyor. Geçmişin bir yıpranmışlık olarak durduğu bu kafede eskime, bir yere işaret etmeyen bir yıpranmanın kendisi olmuş artık.

Kibar garsonun bu koyvermişliğe uyum sağlamış konuşmasındaki ağırlık, dirimsizlik ve olumsallık, giden müşterilerin ardından masalardan bulaşıkları toplama isteksizliği ya da umursamazlığı, bir terk edilmişlik duygusunu içinize sindiriyor. Siparişleri almaya bile lütfen geliyor. Bir keresinde hiç gelmeyecek sandığımdan siparişimi zorla verdim. Kahvesinin tadına bayıldığımdan değil, orada çıplak kalmayayım veya mekanla bağsızlığım belli olmasın diye. Ancak garsonun bu sıkkın memur davranışı, önce zihnimde bir karmaşa yaratsa da fark edilmeyen bir rahatlığı da yayıyor, çünkü orada olmayan bir şeyin yerini tutuyor: patronunun müşterilere bolca tüketim yaptırma baskısı altındaki garson. Ne o tüketim baskısı var ne de stresli garson yüzü… İşte “yeni” kafelere yönelmemdeki isteksizliğin bir nedeni.

Tek boşluk garsonun üzerinize gelmemesiyle oluşan boşluk da değil. Ortalık hepten boşluk dolu. Örneğin müşteriler, namevcudiyetleriyle masaları boş bırakışları... Bir de orada öyle duran o sütun: bağımsız, hatta başka bir şiirden getirilmiş ve oraya oturmamış bir dize gibi. Işık da eksikliğiyle ve kasvetle belirtiyor kendini, bazen de çiğ şiddetiyle. Sadece bir tahayyül nesnesi olan hava boşlukları doldurmuş ortalığı. Tesadüf olmasa gerek, Peter Waterhouse’un benimle hep burada buluşuyor olması. Bir yandan bu boşluk, bu olmayan, ben bir çekip gitmişlik yanılsaması yaşayayım diye var (kafe), diğer yandan bir yabancılaşma her türlü özdeşlemenin içini boşaltsın ve ben hiç tutunamayayım diye. Mekanla bağlanamayanın zamanla da bağı kurulamıyor. Sonuç bir türlü bir geçmişe odaklanamayan ben. İşte bir zaman dışılık formülü.

Ve doğrusu bunun için geliyorum buraya, bir boş vermişlik duygusunun ağır çekim seansında yerimi almak, varoluşun nafile heyecanlarını dindirmek, dışarıyı her şeyiyle bir uğultu olarak dışarıda bırakıp bir-iki saatlik bir zaman dışılığa çekilmek için. Zaman burada bir taş gibi, bir tüy gibi. Ve tuhaf, bu duygu, tam da o yıpranmayla, bu bir şeyin içinin geçtiği, zamanın en güçlü ve bir kayıp olarak hissedildiği yerde geliyor. Yıpranmanın içi çünkü, zamanın dışı gibi bir yer olabiliyor. Belki de tüm o yıpranma gerçekleştikten ve her yer bir terk edilmişliğe boğulduktan sonra geldiği için; her şey geçip gittiği halde biz yine de burada olduğumuz, olabildiğimiz için böyledir bu.