Tarih
üzerine tartışmaların ve kitapların özellikle sevildiği bir ülke Türkiye. Ancak
salt tarih zevkinden kaynaklanmıyor bu. Bu ilginin kökeninde, olay ve olguların
tarihte nasıl gerçekleştiğine dair öylesine bir meraktan ziyade sıcak bir
anlaşmazlık yatıyor kanımca. O kadar sıcak ki, ortak tarihe farklı şekilde
bakan çeşitli gruplar, bu uğurda kavga etmeye de hazır bekliyorlar. Herhangi
bir kişisel kitaplığa bakın, tarih kitaplarının ciddi bir yer tuttuğunu
göreceksiniz. İletişim Yayınları gibi yayınlarında ağırlığı tarih
araştırmalarının oluşturduğu ve ama aynı zamanda büyük bir yayınevi var ve
mümkün Türkiye’de. Tarih konusunda söyleyeceği ağırlıklı sözleri olmadan
entelektüel olarak görülmenin olanaksız olduğu bir yer. Üstelik bunun böyle
olduğu, olmasının gerektiği, başka yerlerde de böyle olduğu düşünülüyor. Her
yer böyle tarih düşüncesiyle dolu, dolu olmasına dolu ama bir türlü
netleşilemiyor yine de.
Avusturyalı
arkadaşlarımın kitaplıklarında bu kadar çok tarih kitabına rastlamıyorum.
Sohbetlerimizde konu nadiren tarihsel perspektife uğruyor. Ufak tefek konular
dışında ortak tarih üzerinde anlaşılıyor genelde. Tarihe duyulan ilgi,
felsefenin, psikolojinin, bilişsel araştırmaların vs. önüne geçmiyor. Dolayısıyla
Türkiye’deki tarih ilgisi özel bir durum.
Kuşkusuz
genç Cumhuriyet’in yeni bir başlangıç yapmak, bu başlangıca yeni bir tarih
yazıp bu tarihi de resmileştirmek girişiminin büyük payı var bu özel durumda. Bu
girişim, kibarca söylersek bolca müdahale, teknik bir biçimde söylersek
saptırma içermiş. Haliyle, resmi tarihin saptırmalarının geri döndürülmesi
hedefleniyor ve bu da zaman alıyor. Ancak belki daha önemlisi, bu tarih
manipülasyonu ile bir karmaşanın başlamış, her siyasi görüşün kendi ülke
tarihini yazmaya koyulmuş olması. Dolayısıyla kendini yeniden üreten ve inatçı
bir dirençlilik gösteren bir kurumsallık kazanmış olan bu durum, bir toplumsal
uzlaşma ile sonlanacak gibi de görünmüyor. Ortak tarih üzerinde anlaşamamamız
bizi birçok konuda istikrarsız kıldığı gibi tarihle kurduğumuz ilişkide de
böyle durduraksız bir hale sokuyor.
Bir
ikinci aslan payı, tabii ki 1915 travma ve paranoya perdesinin üzerimize çekilmesinde
yatıyor olsa gerek. Yukarıdaki tarih gevezeliğine karşın burada bir tarih
suskunluğu, bir ketumluk hüküm sürüyor. Gelişmesine ket vurulmuş, ne ileri ne
de geri gidebilen bir çocuk gibiyiz bu konuda. Fetihçi gelenekten, yani başka
ülkelere göz dikmekten kendini alamayan, aynı zamanda kendi insanına acı
çektirmemesi ve kıymaması gerektiğini de anlayamayan ama şişirilip duran bir
ergen. İyi olanlarımız ise büyük dede veya ninesinin suçunu ve bu suçun
kendisine kadar uzanan hatlarını öğrenmeye, başına gelen konusunda bilgi
açlığını gidermeye ve çarpıklığı düzeltmeye çabalıyor.
Gelelim
şiire. Şiir tarihi konusunda da böyle bu. Nerde var böyle antoloji bolluğu? Her
antoloji kendi şiir tarihini, kendi belirlediği kanon üzerinden yazma
girişimidir aynı zamanda. Antoloji rekabeti, tarih rekabetidir. Şiiri daima
tarihselliği, o tarihselliği de siyasi kökleri üzerinden kavrıyor olmamızdan
kaynaklanıyor bu bizdeki versiyonu. Modern şiirimizin
başlangıcında siyasi bir itki olması nedeniyle böyle olsa gerek. Böyle bakınca
şiiri, şiir tarihi üzerinden anlayan algıyla, poetikası üzerinden anlayan algı
arasında bir uyuşmazlık, en azından bir umursamazlık olduğunu söyleyebilirim.
Peki
ben? Ben de kaçamadım bundan. Benim de evim tarih kitaplarıyla dolu. Bu
yetmiyormuş gibi bir sürü şiir tarihi kitabı yazdım. Sadece inandığım için
değil aynı zamanda yeni şiir, yabancılıkla, kökü dışarıdalıkla, ‘bizim
geleneğimize uymaz’larla suçlanamasın diye. Biçim üzerinden bir tarih kurulsun,
bu arka planla yeni şiir, tarihinden daha bağımsız durabilsin diye. İşte ama tam
da dediğim bu: bugüne dair bir tutum veya yönelimi, geçmişin izlerine giderek, yani
“tarih yazarak” ve böylece kaçınılmazlığının altını çizerek yerleştirme çabası.
Müdahaleye karşı müdahale…Her ne kadar nihai hedefim farklı idiyse de: Şiir,
tarihinden kurtulsun diye şiir tarihi yazmak! Tarih aracılığıyla belli bir
karşı tutumdan değil de tarihin
kendisinden kurtulmak mümkün olabilir mi? (Bir mecra izin verir mi kendinin
feshine?) Kaçınılmaz ve geçici bir uzlaşı mı bu? Yoksa bağlanmanın, girdiği
paradigmaya teslim olmanın bir ifadesi mi? Kafası karışıyor insanın.
Mutlaka ki tarih yazmak bir iktidar kurma
girişimidir, ancak katıksız değil. İktidar kurmanın başka yolları da olduğu
gibi tarih yazmak, anlatmaktan önce anlamanın aracı da olabilir. Ben böyle de
hissediyorum kendi adıma, çünkü tarih yazmak veya okumak bir öyküleştirme
içeriyor ve biz, birçok şeyi öyküleştirerek ya da öyküleştirilmiş haliyle
anlıyoruz. Bir şeyden, konuşa konuşa ve her konuşmayla biraz daha uzaklaşarak
kurtulma çabası ya da alışkanlığı. Ancak kurtulmak gereken bir değil birçok şey
olduğunda bu gevezelikten çıkmak zorlaşıyor, çünkü çıkılan yer başka birçok
manipülasyonların bölgesi ve güç bir yerde tükeniyor, dolayısıyla mutlak kurtuluş
çok uzak bir geleceğe öteleniyor. İşte o bitmek bilmeyen konuşarak kurtulma
çabası içimize işlemiş oluyor, biçimimiz oluveriyor o zaman da. Alın size
gelenek. En belalısından. Peki, ya ben o öyküleştirmeden de kurtulmak
istiyorsam?