Freitag, 24. April 2020

Tarih labirenti




Tarih üzerine tartışmaların ve kitapların özellikle sevildiği bir ülke Türkiye. Ancak salt tarih zevkinden kaynaklanmıyor bu. Bu ilginin kökeninde, olay ve olguların tarihte nasıl gerçekleştiğine dair öylesine bir meraktan ziyade sıcak bir anlaşmazlık yatıyor kanımca. O kadar sıcak ki, ortak tarihe farklı şekilde bakan çeşitli gruplar, bu uğurda kavga etmeye de hazır bekliyorlar. Herhangi bir kişisel kitaplığa bakın, tarih kitaplarının ciddi bir yer tuttuğunu göreceksiniz. İletişim Yayınları gibi yayınlarında ağırlığı tarih araştırmalarının oluşturduğu ve ama aynı zamanda büyük bir yayınevi var ve mümkün Türkiye’de. Tarih konusunda söyleyeceği ağırlıklı sözleri olmadan entelektüel olarak görülmenin olanaksız olduğu bir yer. Üstelik bunun böyle olduğu, olmasının gerektiği, başka yerlerde de böyle olduğu düşünülüyor. Her yer böyle tarih düşüncesiyle dolu, dolu olmasına dolu ama bir türlü netleşilemiyor yine de.

Avusturyalı arkadaşlarımın kitaplıklarında bu kadar çok tarih kitabına rastlamıyorum. Sohbetlerimizde konu nadiren tarihsel perspektife uğruyor. Ufak tefek konular dışında ortak tarih üzerinde anlaşılıyor genelde. Tarihe duyulan ilgi, felsefenin, psikolojinin, bilişsel araştırmaların vs. önüne geçmiyor. Dolayısıyla Türkiye’deki tarih ilgisi özel bir durum.

Kuşkusuz genç Cumhuriyet’in yeni bir başlangıç yapmak, bu başlangıca yeni bir tarih yazıp bu tarihi de resmileştirmek girişiminin büyük payı var bu özel durumda. Bu girişim, kibarca söylersek bolca müdahale, teknik bir biçimde söylersek saptırma içermiş. Haliyle, resmi tarihin saptırmalarının geri döndürülmesi hedefleniyor ve bu da zaman alıyor. Ancak belki daha önemlisi, bu tarih manipülasyonu ile bir karmaşanın başlamış, her siyasi görüşün kendi ülke tarihini yazmaya koyulmuş olması. Dolayısıyla kendini yeniden üreten ve inatçı bir dirençlilik gösteren bir kurumsallık kazanmış olan bu durum, bir toplumsal uzlaşma ile sonlanacak gibi de görünmüyor. Ortak tarih üzerinde anlaşamamamız bizi birçok konuda istikrarsız kıldığı gibi tarihle kurduğumuz ilişkide de böyle durduraksız bir hale sokuyor. 

Bir ikinci aslan payı, tabii ki 1915 travma ve paranoya perdesinin üzerimize çekilmesinde yatıyor olsa gerek. Yukarıdaki tarih gevezeliğine karşın burada bir tarih suskunluğu, bir ketumluk hüküm sürüyor. Gelişmesine ket vurulmuş, ne ileri ne de geri gidebilen bir çocuk gibiyiz bu konuda. Fetihçi gelenekten, yani başka ülkelere göz dikmekten kendini alamayan, aynı zamanda kendi insanına acı çektirmemesi ve kıymaması gerektiğini de anlayamayan ama şişirilip duran bir ergen. İyi olanlarımız ise büyük dede veya ninesinin suçunu ve bu suçun kendisine kadar uzanan hatlarını öğrenmeye, başına gelen konusunda bilgi açlığını gidermeye ve çarpıklığı düzeltmeye çabalıyor.

Gelelim şiire. Şiir tarihi konusunda da böyle bu. Nerde var böyle antoloji bolluğu? Her antoloji kendi şiir tarihini, kendi belirlediği kanon üzerinden yazma girişimidir aynı zamanda. Antoloji rekabeti, tarih rekabetidir. Şiiri daima tarihselliği, o tarihselliği de siyasi kökleri üzerinden kavrıyor olmamızdan kaynaklanıyor bu bizdeki versiyonu. Modern şiirimizin başlangıcında siyasi bir itki olması nedeniyle böyle olsa gerek. Böyle bakınca şiiri, şiir tarihi üzerinden anlayan algıyla, poetikası üzerinden anlayan algı arasında bir uyuşmazlık, en azından bir umursamazlık olduğunu söyleyebilirim.

Peki ben? Ben de kaçamadım bundan. Benim de evim tarih kitaplarıyla dolu. Bu yetmiyormuş gibi bir sürü şiir tarihi kitabı yazdım. Sadece inandığım için değil aynı zamanda yeni şiir, yabancılıkla, kökü dışarıdalıkla, ‘bizim geleneğimize uymaz’larla suçlanamasın diye. Biçim üzerinden bir tarih kurulsun, bu arka planla yeni şiir, tarihinden daha bağımsız durabilsin diye. İşte ama tam da dediğim bu: bugüne dair bir tutum veya yönelimi, geçmişin izlerine giderek, yani “tarih yazarak” ve böylece kaçınılmazlığının altını çizerek yerleştirme çabası. Müdahaleye karşı müdahale…Her ne kadar nihai hedefim farklı idiyse de: Şiir, tarihinden kurtulsun diye şiir tarihi yazmak! Tarih aracılığıyla belli bir karşı tutumdan değil de tarihin kendisinden kurtulmak mümkün olabilir mi? (Bir mecra izin verir mi kendinin feshine?) Kaçınılmaz ve geçici bir uzlaşı mı bu? Yoksa bağlanmanın, girdiği paradigmaya teslim olmanın bir ifadesi mi? Kafası karışıyor insanın.

Mutlaka ki tarih yazmak bir iktidar kurma girişimidir, ancak katıksız değil. İktidar kurmanın başka yolları da olduğu gibi tarih yazmak, anlatmaktan önce anlamanın aracı da olabilir. Ben böyle de hissediyorum kendi adıma, çünkü tarih yazmak veya okumak bir öyküleştirme içeriyor ve biz, birçok şeyi öyküleştirerek ya da öyküleştirilmiş haliyle anlıyoruz. Bir şeyden, konuşa konuşa ve her konuşmayla biraz daha uzaklaşarak kurtulma çabası ya da alışkanlığı. Ancak kurtulmak gereken bir değil birçok şey olduğunda bu gevezelikten çıkmak zorlaşıyor, çünkü çıkılan yer başka birçok manipülasyonların bölgesi ve güç bir yerde tükeniyor, dolayısıyla mutlak kurtuluş çok uzak bir geleceğe öteleniyor. İşte o bitmek bilmeyen konuşarak kurtulma çabası içimize işlemiş oluyor, biçimimiz oluveriyor o zaman da. Alın size gelenek. En belalısından. Peki, ya ben o öyküleştirmeden de kurtulmak istiyorsam?