Samstag, 22. August 2020

Tarihin adaleti

 

Adalet öncelikle bir inanç sözcüğü, bir temenni. Bir olgu veya bir gerçeklik olduğunu bilmiyoruz, çünkü sadece gün ışığına çıkarılan vakalardan haberimiz oluyor. Karanlıkta kalan vakaların sayısını, sonuçlarını ise bilemiyoruz. Bilemediğimiz sürece de bu böyle kalıyor. Kendi küçük hayatlarımıza baktığımızda ise adaletin olmadığını zaten biliyoruz. Ana uğraklarımızdan aile, okul, işyeri, mahkeme vs. hepsi de haksızlıkla karşılaştığımız yerler. Kırk yılda bir gerçekleşen bir adaleti genelleştiriyor, çokça rastlanan adaletsizlikleri ise insanların kötücüllüğü, cahilliği gibi kavramlarla geçiştirmeye, böylelikle de inancımızı zedelememeye çalışıyoruz.

Tarih deyince akla tarih yazımı geliyor, yani biçim verilmiş bir geçmiş. Böyle olunca da yalnızca o biçimin görünür kıldığı görünürleşiyor. O biçimi ise belli bir ilgi, bir niyet belirliyor. Dolayısıyla ancak o ilginin görmek istediği görünür hale geliyor. Verili biçimler dışında düşünmediğimize veya böyle bir şey nadiren gerçekleştiğine göre, görünür bölgeye düşmeyen kişi, olay veya yapıtların ortaya çıkarılması, ancak çok özel koşullarda gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla genelde karanlıkta kalıyorlar, kalmaları gerekiyor.

Yaşarken verilmeyen hakkın ölümden sonra verileceği, asla kanıtlanamayacak bir iddia. Tarihin tüm vakalarına ulaşmadığımız sürece ve ulaşamayacağımıza da göre tarihin adaletinin olduğunu bilemeyiz. Tabii aynı nedenden dolayı tersinin doğru olduğunu da bilemeyiz. Yine de tarihin adaletine inanıyorsak, bu ibare yalnızca bir dua sözü veya bir inanç cümlesi olarak ele alınabilir. Bu inancın da bir açıklamasının olması gerekir ki bu da cennetin varlığına inanmak gibi bir gereksinimden kaynaklanıyor olsa gerek. Yaşarken yerine gelemeyen adaletin bari öldükten sonra tecelli ettiğini, böyle olduğunu bilmek istemek. Varoluşumuzdaki çaresizlikleri aşma çabamızın sadece dinsellikle kalmadığını, aynı zamanda dünyeviliğimize de sızıp birtakım seküler kurgulara da yol açtığını gösteriyor bu tutum. İlahi adalet dileği, dünyevi (görünümlü bir) adalete kaymış oluyor böylece. Ebedi adaletsizlik tahammül edilecek gibi değil çünkü.

Her şeyin olduğu gibi tarihin de adaletsiz olduğundan yola çıkıp arada “adaletli” davranmasına şaşırıp sevinmek, bu mucizeyi kutlamak daha gerçekçi bir tutum. Her şey bir unutuluşun nesnesiyken şaşırtıcı olan anımsama aslında. Dolayısıyla nasıl olduysa gerçekleşen bu adaletin nedenlerini sorgulamak asıl ilginç olan. Klasik dönemin yükselişiyle hızla demode bulunmaya başlanan Antonio Vivaldi, yaşamının sonundan itibaren 150 yıldan fazla bir süreliğine unutulur. 20. yüzyıl başında tekrar keşfedilir, yapıtlarının büyük kısmına ise 1926’da ulaşılır. Klasik müzik artık çağdaş müziğe geçerken eski müzik tekrar ilgi nesnesi olmaya başlamıştır. Eski müziği yoruma, yani farklı kurgulara açık oluşu ve/ya çağdaşın kendine yeni bir tarih arayışı gibi nedenlerle dikkat nesnesi olur. Bu ise eskiyi, ancak yeni bir biçimsel ilginin öne çıkarması demek. Eski müzik, modern müziğin bu değişen ilgi ve biçimi sayesinde görünürlük bölgesine girmiş olmalı.

1975 yılında yayımlanan Kareler adlı şiir kitabı, hâlâ yerine oturtulamamış bir tuhaflık olarak duruyor şiirimizde. Dönemin modası toplumsalcılık tarafından yargılanan ve geriletilen İkinci Yeni’nin hamlesinden de ileri giden bu adım, hem döneminin hem de geleneğin biçimine terstir. Dolayısıyla adeta olmaması veya görülmemesi gereken bir gelişmedir. O kitabı görünür yapan kitabın kendisi değil Necatigil’in, uzlaşımsala yakın duran geçmiş şiiriydi. Eğer Behçet Necatigil şair olarak daha önce bu kadar görünür olmasaydı, Kareler yayımlanmayı başarsa bile kolaylıkla görünmez kalıp yok bir varlık sürecekti. Bu nedenle çok şanslıyız, bastırılan böylelikle görünürleştiği, böylelikle o bölgeden haber alındığı için. Biz de ancak bu sayede görebildik Kareler’i ve onunla birlikte de avangardın niye olmadığını, olamayacağını.

Geçmişe verdiğimiz biçim, şimdinin biçimi olduğuna göre Kareler’in şimdide de görülmemesi olağan çünkü şiirimiz hâlâ uğramıyor oraya. Yani aslında tarihten ziyade şimdinin adaletinin eksikliğinden bahsedilebilir. Ve tabii adaletin gerekip gerekmediğinden. Geç adalet, bazen modernitenin basamaklarını fazla hızlı çıkanın, diğerleri yetiştiğinde başına gelen bir şey. Ancak modernite her yerde aynı yoldan gitmiyor ve sıra yolun dışına çıkana hiç gelmeyebiliyor. Dolayısıyla adalet, neyin adaleti diye sorulabilir. Gerekliliği üzerine hiç kafa patlatılmamış bir emeğin, bir performansın? Kendine dışından bakmayı, egzantrikliği sevmeyen bir kültürden böylesi bir adalet beklenebilir mi? Ekstrem düşünecek olursak bir art brüt sanatçısı için adalet talebi ne olurdu?

Hele hele bir de kendi görünürlükleriyle zaten sorunu olan sanatçılar var ki onların bulunması özellikle zor. Yapıtsız Sanatçılar: Yapmamayı Yeğlerim adlı kitabıyla (çeviren: Eda Sezgin) Jean-Yves Jouannais, yılmaz bir arkeolog olarak çalışmış. Böyle insanlar da var, varoluşun sınırlarında yaşamı bir seçenleri arayan bulan, yoklananların yoklamasını alan. İş Bankası Yayınları’nın “Kayıp Şairler” dizisinden Garbis Cancikyan ve Haygazun Kalustyan’ın Balkıs adlı kitapları da uzun süre başucumda durdu. Nazmi Cihan Beken’in teklifiydi Dünyadan Çıkış’ta böyle bir dizi yapmak, adını da ben düşünmüştüm: ‘Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında’…Zamanın içinde olmak istemeyen, kayıp giden ya da olamayan insanlardır bunlar. Adalet yetersiz kalıyor onları betimlerken. Onlar adına adalet talep ederken aslında tutunmaya çalışan biziz galiba.