Turistler Café
Zentral’i ele geçirmiş durumda.
Kapısında kuyruk olmayan bir anını yakalamak olanaksız. Birtakım yolculuk
rehberlerinde görüyor ve onlar da merak ediyorlar, nasıl bir şey olduğunu şu Viyana
kafesinin. Ancak kış aylarinda bile öyle bir kalabalık oluşturuyorlar ki
direnmek anlamsız. Kuyrukta 15-20 dakika beklemenin alemi yok. Hiçbir Viyanalı da bir
iş arası kahvesi veya “hızlı kahve” içmiyor haliyle orada. Bu durumda da Café Zentral’e
gelen turistler, içinde hiçbir Viyanalının olmadığı bir Viyana kafesine gelmiş
oluyorlar. Café Zentral (Türkçe: Kafe Merkez) artık sadece turistlerin merkezi,
kendi merkezini ise yitirmiş durumda, ona Café Dezentral diyebiliriz aslında. Viyanalı’sız
bir Viyana kafesi Tokyo ya da İstanbul’da olur ama Viyana’da?
Evet, Viyana’nın bir kafe
geleneği var, ama bu dekorunun köhneliğinden, masalarının mermer olmasından, garsonunlarının
sertliğinden oluşmuyor sadece. Daha ziyade o kafeye gelen insanların hal ve
tavırlarından, kurdukları bağ ya da bağsızlıklarından oluşuyor. Ve sadece turistler
tarafından doldurulan bir kafede de bu geleneğin adı oluyor ama kendisi olamıyor.
Çünkü o geleneği yeniden üretecek kimse kalmıyor. Ruh çağıran bir cemaat gibi ya
da aile dizimi tekniğiyle bilmedikleri bir geçmiş kurgusunu canlandırmaya
çalışan bir topluluk gibi oturuyorlar orada.
Bu durumun bütün kafelere
yayıldığını düşünelim bir an, o hal ve tavırlar tamamen ortadan kaldırılmış, yani
geleneğin içi aynı Café Zentral’in artık boş mekanı gibi geri dönüşsüz biçimde boşaltılmış
olurdu. Ardından o turistler de böyle kendine özgülüğü kalmamış bir mekana bir
daha gelmezlerdi. Derken artlarında boş bir harabe bırakarak uzaklaşırlardı.
Aynı kentlerin gentrifikasyona uğrayan semtlerinin tadını yitirmesi ve o tada bir
daha da ulaşılamaması gibi.
Peki buna karşılık biz ne
yapıyoruz? Tabii ki biz de Venedik’e, Londra’ya, Madrid’e gidip onların en
geleneksel trattoria, pub, tapas barlarında oturuyoruz. Ancak içine görünmez
insanlar olarak girmiyor, beden ısımızla birlikte ortalığa kendi kültürel
kodlarımızı da yayıyoruz. Yani o mekanları değiştirmeye başlıyoruz. Ardından
İtalyanlar, İngilizler, Hollandalılar gelip kafelerimizi işgale edince
sinirleniyoruz. Sorun yok aslında, gelenekler bunu kolayca kaldırırdı. Sorun
sadece sayıda. Geleneklerin devam edebilmek için kritik bir kütleye
gereksinmeleri var. Bir kafenin ya da meyhanenin yarısını turistler
dolduruyorsa artık oranın tadı kaçıyor. Eskiden beri yaşanan o her neyse
yaşanmaz hale geliyor.
Peki bunun alternatifi ne
olurdu? Örneğin Venedik’e gidip oranın sakinlerinin gittiği yerlere uğramamak, sadece
kitlesel turizm mekanlarında vakit geçirmek olurdu. İyi de tam da gittiğimiz
kentle ilişki kurabilmek adına böyle yapmamaya çalışıyor, yapanlara da gülmüyor
muyuz? Gittiğimiz kentlerin en otantik mekanlarına girmeyi bir bilinçlilik
olarak kutluyoruz. Yanlış da değil çünkü bu sayede o yerin kültürüyle
ilişkilenmiş oluyoruz. Her şey de uzaktan seyrederek olmuyor, içine girmek de
gerekiyor. Yani bu sadece kötü değil, çünkü böylelikle bir buluşma ya da etkilenme
olanaklı hale geliyor. İşte tam da bunun için başka yerlere gidiyoruz, onların
dünyasında yıkanmak, yeni’yle temas etmek, değişmek, kendimizden kurtulmak
için.
Ama işte bunu yaparken
bozuyoruz. Yabancı olana duyduğu özlemle kafeleri dolduran yabancılar, kafe (ya
da her ne mekanı ise onun) geleneğini yabancılaştırıyor. Çünkü bu bir araya
gelen yabancıların geleneklerinin kesişim kümeleri bir boş küme ve ortalık boş
kümeyle doluyor, yani boşalıyor. Herkes birbirinin geleneğini o kadar merak
ediyor ki sonunda ortada gelenek kalmıyor. Herkesin birbirini, diğerlerinin
geleneklerini tanımak istediği bir dünyada sonunda herkes birbirinin aynı
olmaya doğru gidiyor. Nasıl bir aynı? Bir Starbucks aynısı veya aynılaştırıcısı.
Lonely Planet’le, trip advisor’la vs. gelen bir ölüm fermanı.
Café Prückel’e bakıyorum,
eskiden pek rastlanmayan bir durum var, tüm pencere kenarı masalarda bir
rezervasyon kartı duruyor. Önce rahatsız oluyordum, kafe gibi yerde spontanlığı
öldüren bir saçmalık gibi geliyordu. Sonra fark ettim, Viyanalıların,
mekanlarının turistler tarafından işgal edilmesine karşı bir önlemi, kendilerini
savunuları bu.
Konu bir çözümsüzlüğe
kilitlendi değil mi? Seyahat özgürlüğü, yabancıyla temasın getireceği
özgürleşme mi daha önemli, yoksa kendi yaşam tarzımızı, küçük dünyalarımızı
korumak mı? Veya: kendinden kurtulma fırsatı mı daha önemli yoksa kendini
korumak mı? Veya tam tersine: özgün olanı, kısa süreliğine deneyimleyebilmek
uğruna mı söndüreceğiz, yoksa korumak uğruna alacağımız önlemlerle mi söndüreceğiz?
Tabii böyle düşünürken kafeyi
sanki zamandan bağımsız, sabit bir yapıymış gibi ele alıyoruz. Oysa kafe denen
kurum bir sürecin ürünü, hem de adına modernite denen sürecin. Dolayısıyla
tarihe bakmak belki biraz yardımcı olurdu. Örneğin, 50’li veya 60’lı yıllara ışınlansam
muhtemelen nefret ederdim kafelerden. Darlığın, küflenmiş muhafazakarlığın
yerleri olarak görürdüm onları. Viyana Grubu’nun yaptığı gibi, alternatif gibi
gelen bir iki tanesine (o zaman Café Hawelka) kaçardım. Peki, ya daha önce,
örneğin yüzyıl dönümünde gelseydim? O zaman da muhtemelen görece modern bir
yapıyla karşılaşmış bulurdum kendimi Café Museum‘a gittiğimde. Dolayısıyla tek
başına turistleri günah keçisi yapmaya da gerek yok bu erozyon için.
Ne tuhaf değil mi,
modernitenin ürünü ve motoru olan kafeyi, yani doğası değişimle biçimlenmiş ve
değişimi körüklemiş bir yapıyı şimdi kendime bir savunma alanı yapmaya çalışıyorum.
Bir yanda Starbucks diğer yanda ne yapacağını bilemeyen yeni dizayn mekanlar;
bu ikisinin arasında kalmaktan korkuyorum. Yapabileceğim bir şey de yok üstelik.
Herkes benim gibi sevmiyorsa kafeleri, ister turizmle gelen tüketici toplumu
adı altında olsun isterse de kazanç arttırma peşindeki barbar kapitalizm adı
altında olsun eriyip gidecek zaten. Peki, azalıp yıpranıyor olsa da henüz orada
duran bir şeye bu nostalji niye? O kafe denen insani ilişkilenmeler toplamının,
içimde yer etmiş, bilmeden sevdiğim bir dönemine tutunmaya çalışıyorum. Belli
ki değişimden yorgun, zamana direnen bir yanım bu benim, kendi benzerini
orada bulan…