Donnerstag, 27. Juni 2019

Café Dezentral


Turistler Café Zentral’i ele geçirmiş durumda. Kapısında kuyruk olmayan bir anını yakalamak olanaksız. Birtakım yolculuk rehberlerinde görüyor ve onlar da merak ediyorlar, nasıl bir şey olduğunu şu Viyana kafesinin. Ancak kış aylarinda bile öyle bir kalabalık oluşturuyorlar ki direnmek anlamsız. Kuyrukta 15-20 dakika beklemenin alemi yok. Hiçbir Viyanalı da bir iş arası kahvesi veya “hızlı kahve” içmiyor haliyle orada. Bu durumda da Café Zentral’e gelen turistler, içinde hiçbir Viyanalının olmadığı bir Viyana kafesine gelmiş oluyorlar. Café Zentral (Türkçe: Kafe Merkez) artık sadece turistlerin merkezi, kendi merkezini ise yitirmiş durumda, ona Café Dezentral diyebiliriz aslında. Viyanalı’sız bir Viyana kafesi Tokyo ya da İstanbul’da olur ama Viyana’da?

Evet, Viyana’nın bir kafe geleneği var, ama bu dekorunun köhneliğinden, masalarının mermer olmasından, garsonunlarının sertliğinden oluşmuyor sadece. Daha ziyade o kafeye gelen insanların hal ve tavırlarından, kurdukları bağ ya da bağsızlıklarından oluşuyor. Ve sadece turistler tarafından doldurulan bir kafede de bu geleneğin adı oluyor ama kendisi olamıyor. Çünkü o geleneği yeniden üretecek kimse kalmıyor. Ruh çağıran bir cemaat gibi ya da aile dizimi tekniğiyle bilmedikleri bir geçmiş kurgusunu canlandırmaya çalışan bir topluluk gibi oturuyorlar orada.

Bu durumun bütün kafelere yayıldığını düşünelim bir an, o hal ve tavırlar tamamen ortadan kaldırılmış, yani geleneğin içi aynı Café Zentral’in artık boş mekanı gibi geri dönüşsüz biçimde boşaltılmış olurdu. Ardından o turistler de böyle kendine özgülüğü kalmamış bir mekana bir daha gelmezlerdi. Derken artlarında boş bir harabe bırakarak uzaklaşırlardı. Aynı kentlerin gentrifikasyona uğrayan semtlerinin tadını yitirmesi ve o tada bir daha da ulaşılamaması gibi. 



Peki buna karşılık biz ne yapıyoruz? Tabii ki biz de Venedik’e, Londra’ya, Madrid’e gidip onların en geleneksel trattoria, pub, tapas barlarında oturuyoruz. Ancak içine görünmez insanlar olarak girmiyor, beden ısımızla birlikte ortalığa kendi kültürel kodlarımızı da yayıyoruz. Yani o mekanları değiştirmeye başlıyoruz. Ardından İtalyanlar, İngilizler, Hollandalılar gelip kafelerimizi işgale edince sinirleniyoruz. Sorun yok aslında, gelenekler bunu kolayca kaldırırdı. Sorun sadece sayıda. Geleneklerin devam edebilmek için kritik bir kütleye gereksinmeleri var. Bir kafenin ya da meyhanenin yarısını turistler dolduruyorsa artık oranın tadı kaçıyor. Eskiden beri yaşanan o her neyse yaşanmaz hale geliyor.

Peki bunun alternatifi ne olurdu? Örneğin Venedik’e gidip oranın sakinlerinin gittiği yerlere uğramamak, sadece kitlesel turizm mekanlarında vakit geçirmek olurdu. İyi de tam da gittiğimiz kentle ilişki kurabilmek adına böyle yapmamaya çalışıyor, yapanlara da gülmüyor muyuz? Gittiğimiz kentlerin en otantik mekanlarına girmeyi bir bilinçlilik olarak kutluyoruz. Yanlış da değil çünkü bu sayede o yerin kültürüyle ilişkilenmiş oluyoruz. Her şey de uzaktan seyrederek olmuyor, içine girmek de gerekiyor. Yani bu sadece kötü değil, çünkü böylelikle bir buluşma ya da etkilenme olanaklı hale geliyor. İşte tam da bunun için başka yerlere gidiyoruz, onların dünyasında yıkanmak, yeni’yle temas etmek, değişmek, kendimizden kurtulmak için.

Ama işte bunu yaparken bozuyoruz. Yabancı olana duyduğu özlemle kafeleri dolduran yabancılar, kafe (ya da her ne mekanı ise onun) geleneğini yabancılaştırıyor. Çünkü bu bir araya gelen yabancıların geleneklerinin kesişim kümeleri bir boş küme ve ortalık boş kümeyle doluyor, yani boşalıyor. Herkes birbirinin geleneğini o kadar merak ediyor ki sonunda ortada gelenek kalmıyor. Herkesin birbirini, diğerlerinin geleneklerini tanımak istediği bir dünyada sonunda herkes birbirinin aynı olmaya doğru gidiyor. Nasıl bir aynı? Bir Starbucks aynısı veya aynılaştırıcısı. Lonely Planet’le, trip advisor’la vs. gelen bir ölüm fermanı.
                                                      
Café Prückel’e bakıyorum, eskiden pek rastlanmayan bir durum var, tüm pencere kenarı masalarda bir rezervasyon kartı duruyor. Önce rahatsız oluyordum, kafe gibi yerde spontanlığı öldüren bir saçmalık gibi geliyordu. Sonra fark ettim, Viyanalıların, mekanlarının turistler tarafından işgal edilmesine karşı bir önlemi, kendilerini savunuları bu.

Konu bir çözümsüzlüğe kilitlendi değil mi? Seyahat özgürlüğü, yabancıyla temasın getireceği özgürleşme mi daha önemli, yoksa kendi yaşam tarzımızı, küçük dünyalarımızı korumak mı? Veya: kendinden kurtulma fırsatı mı daha önemli yoksa kendini korumak mı? Veya tam tersine: özgün olanı, kısa süreliğine deneyimleyebilmek uğruna mı söndüreceğiz, yoksa korumak uğruna alacağımız önlemlerle mi söndüreceğiz?

Tabii böyle düşünürken kafeyi sanki zamandan bağımsız, sabit bir yapıymış gibi ele alıyoruz. Oysa kafe denen kurum bir sürecin ürünü, hem de adına modernite denen sürecin. Dolayısıyla tarihe bakmak belki biraz yardımcı olurdu. Örneğin, 50’li veya 60’lı yıllara ışınlansam muhtemelen nefret ederdim kafelerden. Darlığın, küflenmiş muhafazakarlığın yerleri olarak görürdüm onları. Viyana Grubu’nun yaptığı gibi, alternatif gibi gelen bir iki tanesine (o zaman Café Hawelka) kaçardım. Peki, ya daha önce, örneğin yüzyıl dönümünde gelseydim? O zaman da muhtemelen görece modern bir yapıyla karşılaşmış bulurdum kendimi Café Museum‘a gittiğimde. Dolayısıyla tek başına turistleri günah keçisi yapmaya da gerek yok bu erozyon için.

Ne tuhaf değil mi, modernitenin ürünü ve motoru olan kafeyi, yani doğası değişimle biçimlenmiş ve değişimi körüklemiş bir yapıyı şimdi kendime bir savunma alanı yapmaya çalışıyorum. Bir yanda Starbucks diğer yanda ne yapacağını bilemeyen yeni dizayn mekanlar; bu ikisinin arasında kalmaktan korkuyorum. Yapabileceğim bir şey de yok üstelik. Herkes benim gibi sevmiyorsa kafeleri, ister turizmle gelen tüketici toplumu adı altında olsun isterse de kazanç arttırma peşindeki barbar kapitalizm adı altında olsun eriyip gidecek zaten. Peki, azalıp yıpranıyor olsa da henüz orada duran bir şeye bu nostalji niye? O kafe denen insani ilişkilenmeler toplamının, içimde yer etmiş, bilmeden sevdiğim bir dönemine tutunmaya çalışıyorum. Belli ki değişimden yorgun, zamana direnen bir yanım bu benim, kendi benzerini orada bulan…