Viyana kafesinin çıplak gözle görülemeyen
özelliklerinin olduğuna ve görünmeyen bu hatları yakalayabilmek için bambaşka
türden kafelere bakılması gerektiğine inanıyorum. Ve bunun için de geleneksel
olmayan bir mekan olan Caffè a Casa aklıma geliyor. Bu kafe, tesadüfen altı
yıldır aralıksız gittiğim kafe tabii. Viyana Kafesi’nden Caffè a Casa’ya
gelmek, tek bir sözcükle özetleyecek olursam dikkatin kafeden kahveye kayması
demek öncelikle. Hatta daha da ileri gidip burası için şöyle bir sav öne süreceğim:
bir kafe kurulurken odak noktasında kahve çekirdeği dursaydı ve kafe, sadece bu
odaktan hareketle kurulsaydı sonuç ne olurdu sorusunun yanıtı burası. Eğer geleneğe
tutunarak bir Viyana Kafesi açmak veya eklektik, butik bir mekan olmakla
sınırlı kalmak niyetinde değilseniz tutarlı bir başlangıç bu, çünkü hem özgün
hem de çok yakından bir referans sunuyor.
Caffè a Casa’nın merkezini de istikametini de kahve
çekirdekleri oluşturuyor. Örneğin sağ yandaki resme bu kafenin manifestosu
gözüyle de bakabilirsiniz. Kahve makinelerinin arkasındaki duvarı boydan boya
kaplayan ve satılan kahvelerle ilgili bilgi veren devasa tahta, yine kahve
makinelerinin üstündeki rafta duran kahve paketleri ve bir köşede satılan kahve
yapma gereçleri hemen göze çarpıyor ve adeta “kahve ile ilgili gereksin-diğiniz
her şey” diyorlar size.. Her halukarda kahve çekirdeği ön planda kalıyor. Eh
kahve çekirdeği ön plana veya merkeze yerleşiyorsa diğer bazı şeylerin de
kaçınılmaz olarak arka plana veya kenara kayması, hatta kaybolması gerekiyor
demektir. Yani bu durumda kahvenin tadına konsantre olursunuz, kafenin kendi iç
dünyasına veya sohbete değil (tabii kahvenin tadı hakkındaki bir sohbet hariç).
Peki bu ne demek?
Bu şu demek: dikkati kendine çeken içe
dönük bir mekan dekorasyonu da yoktur, uzun sohbetlere uygun düzenlenmiş
masalar da. Zaten “espresso” içilir, vakit yoktur. Kahve makinelerinin
arkasındaki duvarı boydan boya kaplayan ve kahvelerle ilgili bilgi veren bir
tahtadan bahsettim. Aslında bu tahta, kafenin dünyasını gösteriyor. İşte onun
tam karşısında da boydan boya bir cam duruyor. Bu camın önünde adeta sokakta
oturur gibi, hatta dışarı düşecek gibi oturursunuz. Bu cam, ne kendi içinize
yuvalanmanıza, mahremiyetler geliştirmenize olanak tanır ne de mekana dair bir geleneğe
ortam verir. Varsa eğer yine de bir gelenek, olsa olsa modernitenin
akıcılığının, geçirgenliğinin geleneğidir. Caffè a Casa aslında buharlaşıp yok
olmak isterdi ama kahveyi, kahve lezzetini sunabilmesi için bir tattırma mekanı
gerekmiş, bu mekan da bir asgari zorunluluk olarak gerçeklenmiş.
Bunun dışında da fazla bir şey durmuyor
ön planda. Mobilyalar ve dekorasyon göze batmıyor, dahası dünyayı dışarıda
tutmak göreviyle iş başında değiller. Mekan aydınlık ve berrak. Swiss Jazz
radyosu çalıyor, hoş ama daha ziyade swing, arka plandan ön plana geçmeyen bir
belirsizlik içinde. Bu öne çıkmama, göze batmama Viyana Kafesi ile ortak bir
payda oluşturuyor. Ancak Viyana kafesinden farklı olarak ikili buluşmalar için
ideal ortamı sağladıkları da söylenemez. Ne dış dünyadan koparacak korunaklı
bir perde içeriyorlar ne de birbirine bakan sandalyelerle bakışı iki insanın iç
dünyalarına, mahremiyetine sabitliyorlar. Fazla konforlu olmayan, daha ziyade kahveyi
içip gitmenize uygun yüksek bar sandalyeleri pencere önüne, dışarıya dönük
olarak dizili duruyorlar. Ne tuhaf değil mi? Kafeler ilk çıktıklarında kamusal
alanda sohbete olanak tanımalarıyla bir modernleşme aracı ve görüngüsüydüler;
şimdi ise sohbetten uzaklaşıp kahveye döndükleri için. Artık tekrar gönül kahve
ister sohbet bahane.
Baristaları gibi İlker Amuraben de hiç
geveze değil, teklifsiz konuşmuyor. Kahveyle ilgili muazzam bilgisini sadece sorulduğunda
sunuyor, bunu yaparken de hep nesnel, dikkatli ve kibar kalıyor. Asla reklama
kaçmadığı bilgilendirmeleriyle kahve tiryakisini yavaş ve baştan çıkarıcı bir
biçimde kahve dünyasına çekiyor. Yedi yıldır işletiyor Caffè a Casa’yı, yedi
yıldır tutkusunun sönmesini bekliyorum, henüz eser yok. Yedi yıldan beri kahve
hazırlamak monotonlaşıp başka herhangi bir içeceği hazırlamaya eşitlenmemiş hâlâ.
Caffè a Casa’nın biçiminin, İlker’in kahve tutkusunun gerçeklikle uzlaşmasının
bir sonucu olduğu söylenebilir.
Dünyanın herhangi bir yerinde olabilirdi
bu kafe. Bulunduğu yerle de, o yerin geleneğiyle de ilişkilenmek istememiş. Gelenek
ilgilendirmiyor Caffè a Casa’yı, ancak kaçamıyor da tamamen. Kahve, Viyana
kafelerindeki gibi küçük metal tepsi içinde ve bir bardak suyla beraber geliyor
ve günlük bir gazete de masanın üzerinde duruyor. Öte yandan hepsi bu, Viyana
kafesi göndergesi bu kadarla kalıyor. Kendi icat ettiği bir geleneğin peşinde
de koşmuyor. Örneğin Freud’un evinin dibinde duruyor denebilir, ama hiç
ilişkilenmiyor mahallesinin geçmişiyle; sokağının şimdisiyle de ilişkilenmediği
gibi. Mahalli değil çünkü. Veya hemen yakınındaki bir başka kafe, bir zamanlar
tuhafiye dükkanı olan la mercerie’nin yaptığı gibi, dükkanın geçmişteki yapısına,
yani kendi geçmişine gönderme de yapmıyor. Ancak yan duvara ve sokağa küçük ve
sandalyeleri birbirine bakan masalar koyacağından bahsetti. Demek ki İlker’in
hayalleri, Viyanalıların alışkanlık ve arzularına karşı bir miktar boyun eğecek.
Yukarıda saydığım nitelikleri, ziyaretçisini
hiçbir forma zorlamayan, belirlenmeye çalışmayan bir vaha olmasının da nedenini
oluşturuyor. Tam da böyle bir yeri seçmişim kendime çalışmak için. Arayıp da
bulduğum değil, daha ziyade başıma gelmiş ama başıma gelince de beğenip içinde
kalmaya devam ettiğim bir yer. Bu mekanın bana uygun olduğunu yine bu mekan
sayesinde fark ettim. Bu geçirgen ve kaygan mekan, düşünmeme uygun ortamı
sunuyor, çünkü beni belirlemeye kalkmıyor. Öyle bir bağımlılık geliştirmişim ki,
pencere önünde, en sağdaki yeri kendimin bellemişim ve benden önce gelen bir
başkasının orada oturduğunu görünce sinirleniyorum. Ve bazen oturduğumda bir
tuhaflık olduğunu, çalışamadığımı fark ettiğimde bir bakıyorum, oturduğum bar
sandalyesinin ayağının bir santimetre kaymış olduğunu görüyorum. Her şeyin bir
bedeli var.