Montag, 8. April 2019

CAFFÈ A CASA





CAFFÈ A CASA
Viyana kafesinin çıplak gözle görülemeyen özelliklerinin olduğuna ve görünmeyen bu hatları yakalayabilmek için bambaşka türden kafelere bakılması gerektiğine inanıyorum. Ve bunun için de geleneksel olmayan bir mekan olan Caffè a Casa aklıma geliyor. Bu kafe, tesadüfen altı yıldır aralıksız gittiğim kafe tabii. Viyana Kafesi’nden Caffè a Casa’ya gelmek, tek bir sözcükle özetleyecek olursam dikkatin kafeden kahveye kayması demek öncelikle. Hatta daha da ileri gidip burası için şöyle bir sav öne süreceğim: bir kafe kurulurken odak noktasında kahve çekirdeği dursaydı ve kafe, sadece bu odaktan hareketle kurulsaydı sonuç ne olurdu sorusunun yanıtı burası. Eğer geleneğe tutunarak bir Viyana Kafesi açmak veya eklektik, butik bir mekan olmakla sınırlı kalmak niyetinde değilseniz tutarlı bir başlangıç bu, çünkü hem özgün hem de çok yakından bir referans sunuyor. 



Caffè a Casa’nın merkezini de istikametini de kahve çekirdekleri oluşturuyor. Örneğin sağ yandaki resme bu kafenin manifestosu gözüyle de bakabilirsiniz. Kahve makinelerinin arkasındaki duvarı boydan boya kaplayan ve satılan kahvelerle ilgili bilgi veren devasa tahta, yine kahve makinelerinin üstündeki rafta duran kahve paketleri ve bir köşede satılan kahve yapma gereçleri hemen göze çarpıyor ve adeta “kahve ile ilgili gereksin-diğiniz her şey” diyorlar size.. Her halukarda kahve çekirdeği ön planda kalıyor. Eh kahve çekirdeği ön plana veya merkeze yerleşiyorsa diğer bazı şeylerin de kaçınılmaz olarak arka plana veya kenara kayması, hatta kaybolması gerekiyor demektir. Yani bu durumda kahvenin tadına konsantre olursunuz, kafenin kendi iç dünyasına veya sohbete değil (tabii kahvenin tadı hakkındaki bir sohbet hariç). Peki bu ne demek?



Bu şu demek: dikkati kendine çeken içe dönük bir mekan dekorasyonu da yoktur, uzun sohbetlere uygun düzenlenmiş masalar da. Zaten “espresso” içilir, vakit yoktur. Kahve makinelerinin arkasındaki duvarı boydan boya kaplayan ve kahvelerle ilgili bilgi veren bir tahtadan bahsettim. Aslında bu tahta, kafenin dünyasını gösteriyor. İşte onun tam karşısında da boydan boya bir cam duruyor. Bu camın önünde adeta sokakta oturur gibi, hatta dışarı düşecek gibi oturursunuz. Bu cam, ne kendi içinize yuvalanmanıza, mahremiyetler geliştirmenize olanak tanır ne de mekana dair bir geleneğe ortam verir. Varsa eğer yine de bir gelenek, olsa olsa modernitenin akıcılığının, geçirgenliğinin geleneğidir. Caffè a Casa aslında buharlaşıp yok olmak isterdi ama kahveyi, kahve lezzetini sunabilmesi için bir tattırma mekanı gerekmiş, bu mekan da bir asgari zorunluluk olarak gerçeklenmiş. 


Bunun dışında da fazla bir şey durmuyor ön planda. Mobilyalar ve dekorasyon göze batmıyor, dahası dünyayı dışarıda tutmak göreviyle iş başında değiller. Mekan aydınlık ve berrak. Swiss Jazz radyosu çalıyor, hoş ama daha ziyade swing, arka plandan ön plana geçmeyen bir belirsizlik içinde. Bu öne çıkmama, göze batmama Viyana Kafesi ile ortak bir payda oluşturuyor. Ancak Viyana kafesinden farklı olarak ikili buluşmalar için ideal ortamı sağladıkları da söylenemez. Ne dış dünyadan koparacak korunaklı bir perde içeriyorlar ne de birbirine bakan sandalyelerle bakışı iki insanın iç dünyalarına, mahremiyetine sabitliyorlar. Fazla konforlu olmayan, daha ziyade kahveyi içip gitmenize uygun yüksek bar sandalyeleri pencere önüne, dışarıya dönük olarak dizili duruyorlar. Ne tuhaf değil mi? Kafeler ilk çıktıklarında kamusal alanda sohbete olanak tanımalarıyla bir modernleşme aracı ve görüngüsüydüler; şimdi ise sohbetten uzaklaşıp kahveye döndükleri için. Artık tekrar gönül kahve ister sohbet bahane.
 


Baristaları gibi İlker Amuraben de hiç geveze değil, teklifsiz konuşmuyor. Kahveyle ilgili muazzam bilgisini sadece sorulduğunda sunuyor, bunu yaparken de hep nesnel, dikkatli ve kibar kalıyor. Asla reklama kaçmadığı bilgilendirmeleriyle kahve tiryakisini yavaş ve baştan çıkarıcı bir biçimde kahve dünyasına çekiyor. Yedi yıldır işletiyor Caffè a Casa’yı, yedi yıldır tutkusunun sönmesini bekliyorum, henüz eser yok. Yedi yıldan beri kahve hazırlamak monotonlaşıp başka herhangi bir içeceği hazırlamaya eşitlenmemiş hâlâ. Caffè a Casa’nın biçiminin, İlker’in kahve tutkusunun gerçeklikle uzlaşmasının bir sonucu olduğu söylenebilir.


Dünyanın herhangi bir yerinde olabilirdi bu kafe. Bulunduğu yerle de, o yerin geleneğiyle de ilişkilenmek istememiş. Gelenek ilgilendirmiyor Caffè a Casa’yı, ancak kaçamıyor da tamamen. Kahve, Viyana kafelerindeki gibi küçük metal tepsi içinde ve bir bardak suyla beraber geliyor ve günlük bir gazete de masanın üzerinde duruyor. Öte yandan hepsi bu, Viyana kafesi göndergesi bu kadarla kalıyor. Kendi icat ettiği bir geleneğin peşinde de koşmuyor. Örneğin Freud’un evinin dibinde duruyor denebilir, ama hiç ilişkilenmiyor mahallesinin geçmişiyle; sokağının şimdisiyle de ilişkilenmediği gibi. Mahalli değil çünkü. Veya hemen yakınındaki bir başka kafe, bir zamanlar tuhafiye dükkanı olan la mercerie’nin yaptığı gibi, dükkanın geçmişteki yapısına, yani kendi geçmişine gönderme de yapmıyor. Ancak yan duvara ve sokağa küçük ve sandalyeleri birbirine bakan masalar koyacağından bahsetti. Demek ki İlker’in hayalleri, Viyanalıların alışkanlık ve arzularına karşı bir miktar boyun eğecek.

Yukarıda saydığım nitelikleri, ziyaretçisini hiçbir forma zorlamayan, belirlenmeye çalışmayan bir vaha olmasının da nedenini oluşturuyor. Tam da böyle bir yeri seçmişim kendime çalışmak için. Arayıp da bulduğum değil, daha ziyade başıma gelmiş ama başıma gelince de beğenip içinde kalmaya devam ettiğim bir yer. Bu mekanın bana uygun olduğunu yine bu mekan sayesinde fark ettim. Bu geçirgen ve kaygan mekan, düşünmeme uygun ortamı sunuyor, çünkü beni belirlemeye kalkmıyor. Öyle bir bağımlılık geliştirmişim ki, pencere önünde, en sağdaki yeri kendimin bellemişim ve benden önce gelen bir başkasının orada oturduğunu görünce sinirleniyorum. Ve bazen oturduğumda bir tuhaflık olduğunu, çalışamadığımı fark ettiğimde bir bakıyorum, oturduğum bar sandalyesinin ayağının bir santimetre kaymış olduğunu görüyorum. Her şeyin bir bedeli var.