Avusturya’ya
geldiğimde bir inkarcıydım. Aslında inkarcı bile değildim. Big Bang sonrasının
kozmik çorbası gibi, her şeyin bir arada olduğu ve her şeye dönüşebileceği bir haldeydim.
Bir yerlerden empoze edilmiş tabulaştırıcı refleksler de vardı; her ailede
mevcut açık ya da kapalı soykırım anlatıları da. İnkarın da itirafın da
filizleneceği tohumlar bu çorbada yüzüyordu. İnkarcı olabilmek için önce bir
şok lazımdı, inkar kendini ancak o şoka verdiğim tepkiyle belli edecekti.
Gereksindiğim
şok, 1986 yılında yerleştiğim yurttan arkadaşım Georg Eberhard’ın, 1915’te
olanlar konusunda nefes aldırmayan soruları ve sorgulamalarıyla geldi. Önce
inkar ettim, sonra içimde inkarcı eğilimin giderek zayıfladığını, buna karşın
itirafın, yani vicdanın sesinin yükseldiğini hissettim. Yine de bir süre sessiz
kaldım. Ardından inkarın kısır döngüsünden yavaş yavaş çıkmaya başladım.
Avusturya’nın Türkiye olmaması, yani 1915 Soykırımı ile ilgili olarak bana (Türkiye’deki) bastırıcı dış etkilerden uzak, nötr bir ortamı sunması, muhakemenin ve yüzleşmenin kendi yolunu arayabilmesine zemin sağlayan başka bir etmendi. Burada ayrıca anılması gereken ilginç bir nokta ise tarihsel olguları kabul etmek için tarih bilgisinin mutlaka gerekmemesiydi. Eğer bastırma ve manipülasyon etkisinden sıyrılabilirseniz, yani vicdanınız baskı altında değilse sadece vicdanınızı dinleyerek de çıkabilirsiniz kıstırıldığınız daireden. Demek istiyorum ki tarihsel bilgilere ulaşamadığımız durumda idrak süreçleri, manipülatif dış engellerin kalkması ve böylece vicdanın cılız sesinin yavaş yavaş işitilmeye başlanması ile de ilerleyebiliyor. Yine bu zamana denk düşen Mauthausen ziyareti, henüz Holokost’u 1915’ten yalıtmayı başarsam da soykırım olgusuna dair geri dönülmez bir çizgiyi oluşturdu. Ve yine 1997’de tutanak’la tanışmam ve 2004’te nihayetine varacak çevirisine koyuluşum, hayatımın en dönüştürücü eylemlerinden biri oldu. Heimrad Bäcker sadece çok geniş açılı bir entelektüel kavrayışı olanaklı kılmıyor, aynı zamanda mağdurla empati arayışında gereksindiğim bir rol modeli de sunuyordu bana.
Yine
de bu çıkışın vizyonu, tarihsel olguları kabul etmekle, yani bu döngüyle
sınırlı kaldı. Çoğu insan da bunun yeterli olduğunu, görevin burada bittiğini
düşünüyor. Oysa burası yolun henüz başladığı yer. Yolumu bulmam için bir
karşılaşma daha gerekiyordu ki bu da Trakyalı Ermeni bir aileden gelen Quin
Minassian ile oldu. Tarihsel gerçekleri kabul ediyor olmak, başlangıçta büyük
bir adım gibi gelse de yalnızca bir başlangıçtı ve Quin’le karşılaşmam, bunun yetersizliğini
anlamamı ve insani boyutu fark etmemi sağladı. Yani sadece asgari bir zemin
demek olan kuru ve nötr bir tarihsel kabulü, fail tarafından gelen bir insan
olduğumu fark etmem izledi. Yalnızca failliğimi fark etmedim, karşımda bir
mağdur olduğunu, onun için bir şeyler yapabileceğimi, bunu bir tek benim
yapabileceğimi, yapmak zorunda olduğumu da fark ettim. Mağdurun hitap edeceği
birisine gereksinimi vardı ve ben arkama baktığımda kendimden başka kimseyi göremiyordum.
Fail referansına en yakın duran bendim. Beğensem de beğenmesem de…
Erivan’a
gittiğini, bu ziyaretin onu, bastırdığı soykırım konusuna geri döndürdüğünü
anlattı. Bir travmanın özgürleşme saati gelmişti sanki, bunu hissettim.
Anlatıyor ve bana bakıyordu. Ne verebilirdim ona? Çaresizlik ve yetersizlik
içinde bula bula kendimi, kendi tarihimi, yüzleşme geçmişimi buldum ve
anlatmaya başladım. Aniden gelen misafire, dolabı bomboş bir evde akla en azından
bir bardak su vermek fikrinin gelmesi gibi. Ne yapacağını bilememekten ve belki
utancı azaltırım düşüncesiyle... El yordamıyla bulduğum bu fikrin, o an için belki
de en doğru fikir olduğunu Quin’in sessiz dökülen gözyaşlarıyla birlikte anladım.
Tabii bir sonraki çaresizliğe geçerken… Bir temas olmuştu ve bu temas benden
büyüktü.
Fail
ile mağdurun karşılaşmasının standart kalıbı diye bir şey olamaz, ama “bir”
yolunu bulmuştuk. Kendini değiştirmesi gereken mağdur değil faildir ve mağdura belli
bir güvenceyi ancak ve ancak bu sağlayabilir. Ve bir kez fail olduysanız (ki
bir zamanki inkarcılığım bunu ebediyen sağlıyordu bana) bu durumdan hiçbir
zaman kurtulamazsınız artık. Çünkü zaafınızı gördünüz; bir kez yaptınız hep
yapabilirsiniz. Hep tetikte olmanız gerekiyor ve tetiği hep kendinize
doğrultmanız. Ve ama bir kez yüzleştinizse bunun mümkün olduğunu da gördünüz
demektir ve bu bilgiyi artık tüm diğer failliklerinize aktarabileceğinizi de. Ve
bunu hep yapabileceğinizi. Olası ayrımcılıklarımızla baş edecek dönüştürme
motorunu buldunuz demektir. İşte failin şansı.
Peki bu
şans yalnızca faille mi sınırlı? Fail kim?
Soykırımların,
katliamların faillerini asla görecelendirmek istemem ama fail rolüne hiç
girmemiş bir hayatı da tasavvur etmek çok güç, hatta olanaksız. Dolayısıyla
aslında herkes fail. Hiç böyle olmadığını iddia edenler en başta olmak üzere. Her
gün, ayrımcılık içeren düşünceler içerisindeyken suçüstü yakalıyorum kendimi.
Siz aklınızdan ayrımcılıklar geçmediğini iddia edebilir misiniz?
Kötülükler de, haksızlıklar da sayısız
denecek kadar çok; birinde mağdur olsanız diğerinde mutlaka failsiniz. Tabii ki
ölçüler, dozajlar farklı. Sosyal sınıflar bir alt sınıfı kolaylıkla mağdur
bırakabiliyor, işyerinde şiddet gören erkek bunu eşine, eşinden şiddet gören
bir kadın bunu çocuğuna veya beyazsa bir siyaha yansıtabiliyor ya da insanlar
hayvanlara. Sonu yok gibi bu zincirin. Herkes av, herkes avcı (Thomas
Vinterberg’in The Hunt adlı filmine
referansla). Dolayısıyla failliğin dünyayı dönüştürmek yönünde bir şans
içerdiğine inanıyorum, ancak bir özür, tamir ve uzlaşı kültürünün nasıl
oluşturulacağının gösterilmesi gerekiyor.
Tabii
sözüm failliğini bilen, inkar etmeyen faillere. Diğerlerinin zaten bir şansı
yok. Aksi takdirde oyunu baştan kaybetmiş gibi duruyorlar: fail ve mağdur.
Mağdur, adalet yalnızca onun çabasıyla sağlanamayacağı ama kendi kendine de
yerini bulamayacağı için; fail, suçundan hiçbir zaman kurtulamayacağını
düşündüğü ve bu yüzden bir tamire kalkışmayı aklına bile getirmediği için.
Mağdur kendine, kendi grubuna yapılana gömülür, cürmün ebedi kütleçekimiyle içine
çekilirken fail ebedi merkezkaçıyla hep kendi dışına itilir. Biri temkine,
diğeri utanca sürgün olur. Birinin dışına çıkılamaz, diğerinin içine girilemez.
Merkez her ikisine de uzak kalır, daha doğrusu, kaygısız birliktelikleri demek
olan merkez ortadan kalkmıştır.
Olasılıksız
bir buluşmadır onlarınki. Her seferinde olasılıksızın içinden hareketle bir
olanak aranır ve bazen bulunur da. Dokunmak ne kadar mümkün? Ve dokunarak
empati geliştirmek, öğrenmek, karşılıklı iyileşmek. Bilmiyorum, bilmek zor.
Bildiğim çabalamak zorunda olduğumuz. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı kurmak
için başka şansımız yok. Başka hiçbir şansımız yok. Barışı başka hiçbir biçimde
idrak edemeyiz.