Dienstag, 21. Juli 2020

Failin şansı


Avusturya’ya geldiğimde bir inkarcıydım. Aslında inkarcı bile değildim. Big Bang sonrasının kozmik çorbası gibi, her şeyin bir arada olduğu ve her şeye dönüşebileceği bir haldeydim. Bir yerlerden empoze edilmiş tabulaştırıcı refleksler de vardı; her ailede mevcut açık ya da kapalı soykırım anlatıları da. İnkarın da itirafın da filizleneceği tohumlar bu çorbada yüzüyordu. İnkarcı olabilmek için önce bir şok lazımdı, inkar kendini ancak o şoka verdiğim tepkiyle belli edecekti.

Gereksindiğim şok, 1986 yılında yerleştiğim yurttan arkadaşım Georg Eberhard’ın, 1915’te olanlar konusunda nefes aldırmayan soruları ve sorgulamalarıyla geldi. Önce inkar ettim, sonra içimde inkarcı eğilimin giderek zayıfladığını, buna karşın itirafın, yani vicdanın sesinin yükseldiğini hissettim. Yine de bir süre sessiz kaldım. Ardından inkarın kısır döngüsünden yavaş yavaş çıkmaya başladım. 

Georg’un dostluğuyla gelen bu büyük düşündürme hediyesi, o sırada Holokost’la yüzleşme krizini yaşayan Avusturya’nın mirasıydı. Eski BM Genel Sekreteri ve yeni cumhurbaşkanı adayı Kurt Waldheim’ın nasyonal sosyalist geçmişi, 1986 yılında aniden ortaya çıkıvermişti. Georg’un hediyesi, ülkenin patlak veren Holokost suçları konusundaki ertelenmiş yüzleşmesinin ve yarılmasının da sonucuydu. O yarılmanın fay hattının ucu bana kadar uzandı ve sarstı.

Avusturya’nın Türkiye olmaması, yani 1915 Soykırımı ile ilgili olarak bana (Türkiye’deki) bastırıcı dış etkilerden uzak, nötr bir ortamı sunması, muhakemenin ve yüzleşmenin kendi yolunu arayabilmesine zemin sağlayan başka bir etmendi. Burada ayrıca anılması gereken ilginç bir nokta ise tarihsel olguları kabul etmek için tarih bilgisinin mutlaka gerekmemesiydi. Eğer bastırma ve manipülasyon etkisinden sıyrılabilirseniz, yani vicdanınız baskı altında değilse sadece vicdanınızı dinleyerek de çıkabilirsiniz kıstırıldığınız daireden. Demek istiyorum ki tarihsel bilgilere ulaşamadığımız durumda idrak süreçleri, manipülatif dış engellerin kalkması ve böylece vicdanın cılız sesinin yavaş yavaş işitilmeye başlanması ile de ilerleyebiliyor. Yine bu zamana denk düşen Mauthausen ziyareti, henüz Holokost’u 1915’ten yalıtmayı başarsam da soykırım olgusuna dair geri dönülmez bir çizgiyi oluşturdu. Ve yine 1997’de tutanak’la tanışmam ve 2004’te nihayetine varacak çevirisine koyuluşum, hayatımın en dönüştürücü eylemlerinden biri oldu. Heimrad Bäcker sadece çok geniş açılı bir entelektüel kavrayışı olanaklı kılmıyor, aynı zamanda mağdurla empati arayışında gereksindiğim bir rol modeli de sunuyordu bana.

Yine de bu çıkışın vizyonu, tarihsel olguları kabul etmekle, yani bu döngüyle sınırlı kaldı. Çoğu insan da bunun yeterli olduğunu, görevin burada bittiğini düşünüyor. Oysa burası yolun henüz başladığı yer. Yolumu bulmam için bir karşılaşma daha gerekiyordu ki bu da Trakyalı Ermeni bir aileden gelen Quin Minassian ile oldu. Tarihsel gerçekleri kabul ediyor olmak, başlangıçta büyük bir adım gibi gelse de yalnızca bir başlangıçtı ve Quin’le karşılaşmam, bunun yetersizliğini anlamamı ve insani boyutu fark etmemi sağladı. Yani sadece asgari bir zemin demek olan kuru ve nötr bir tarihsel kabulü, fail tarafından gelen bir insan olduğumu fark etmem izledi. Yalnızca failliğimi fark etmedim, karşımda bir mağdur olduğunu, onun için bir şeyler yapabileceğimi, bunu bir tek benim yapabileceğimi, yapmak zorunda olduğumu da fark ettim. Mağdurun hitap edeceği birisine gereksinimi vardı ve ben arkama baktığımda kendimden başka kimseyi göremiyordum. Fail referansına en yakın duran bendim. Beğensem de beğenmesem de…


Erivan’a gittiğini, bu ziyaretin onu, bastırdığı soykırım konusuna geri döndürdüğünü anlattı. Bir travmanın özgürleşme saati gelmişti sanki, bunu hissettim. Anlatıyor ve bana bakıyordu. Ne verebilirdim ona? Çaresizlik ve yetersizlik içinde bula bula kendimi, kendi tarihimi, yüzleşme geçmişimi buldum ve anlatmaya başladım. Aniden gelen misafire, dolabı bomboş bir evde akla en azından bir bardak su vermek fikrinin gelmesi gibi. Ne yapacağını bilememekten ve belki utancı azaltırım düşüncesiyle... El yordamıyla bulduğum bu fikrin, o an için belki de en doğru fikir olduğunu Quin’in sessiz dökülen gözyaşlarıyla birlikte anladım. Tabii bir sonraki çaresizliğe geçerken… Bir temas olmuştu ve bu temas benden büyüktü. 

Fail ile mağdurun karşılaşmasının standart kalıbı diye bir şey olamaz, ama “bir” yolunu bulmuştuk. Kendini değiştirmesi gereken mağdur değil faildir ve mağdura belli bir güvenceyi ancak ve ancak bu sağlayabilir. Ve bir kez fail olduysanız (ki bir zamanki inkarcılığım bunu ebediyen sağlıyordu bana) bu durumdan hiçbir zaman kurtulamazsınız artık. Çünkü zaafınızı gördünüz; bir kez yaptınız hep yapabilirsiniz. Hep tetikte olmanız gerekiyor ve tetiği hep kendinize doğrultmanız. Ve ama bir kez yüzleştinizse bunun mümkün olduğunu da gördünüz demektir ve bu bilgiyi artık tüm diğer failliklerinize aktarabileceğinizi de. Ve bunu hep yapabileceğinizi. Olası ayrımcılıklarımızla baş edecek dönüştürme motorunu buldunuz demektir. İşte failin şansı. 

Peki bu şans yalnızca faille mi sınırlı? Fail kim? 

Soykırımların, katliamların faillerini asla görecelendirmek istemem ama fail rolüne hiç girmemiş bir hayatı da tasavvur etmek çok güç, hatta olanaksız. Dolayısıyla aslında herkes fail. Hiç böyle olmadığını iddia edenler en başta olmak üzere. Her gün, ayrımcılık içeren düşünceler içerisindeyken suçüstü yakalıyorum kendimi. Siz aklınızdan ayrımcılıklar geçmediğini iddia edebilir misiniz?

Kötülükler de, haksızlıklar da sayısız denecek kadar çok; birinde mağdur olsanız diğerinde mutlaka failsiniz. Tabii ki ölçüler, dozajlar farklı. Sosyal sınıflar bir alt sınıfı kolaylıkla mağdur bırakabiliyor, işyerinde şiddet gören erkek bunu eşine, eşinden şiddet gören bir kadın bunu çocuğuna veya beyazsa bir siyaha yansıtabiliyor ya da insanlar hayvanlara. Sonu yok gibi bu zincirin. Herkes av, herkes avcı (Thomas Vinterberg’in The Hunt adlı filmine referansla). Dolayısıyla failliğin dünyayı dönüştürmek yönünde bir şans içerdiğine inanıyorum, ancak bir özür, tamir ve uzlaşı kültürünün nasıl oluşturulacağının gösterilmesi gerekiyor.

Tabii sözüm failliğini bilen, inkar etmeyen faillere. Diğerlerinin zaten bir şansı yok. Aksi takdirde oyunu baştan kaybetmiş gibi duruyorlar: fail ve mağdur. Mağdur, adalet yalnızca onun çabasıyla sağlanamayacağı ama kendi kendine de yerini bulamayacağı için; fail, suçundan hiçbir zaman kurtulamayacağını düşündüğü ve bu yüzden bir tamire kalkışmayı aklına bile getirmediği için. Mağdur kendine, kendi grubuna yapılana gömülür, cürmün ebedi kütleçekimiyle içine çekilirken fail ebedi merkezkaçıyla hep kendi dışına itilir. Biri temkine, diğeri utanca sürgün olur. Birinin dışına çıkılamaz, diğerinin içine girilemez. Merkez her ikisine de uzak kalır, daha doğrusu, kaygısız birliktelikleri demek olan merkez ortadan kalkmıştır. 

Olasılıksız bir buluşmadır onlarınki. Her seferinde olasılıksızın içinden hareketle bir olanak aranır ve bazen bulunur da. Dokunmak ne kadar mümkün? Ve dokunarak empati geliştirmek, öğrenmek, karşılıklı iyileşmek. Bilmiyorum, bilmek zor. Bildiğim çabalamak zorunda olduğumuz. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı kurmak için başka şansımız yok. Başka hiçbir şansımız yok. Barışı başka hiçbir biçimde idrak edemeyiz.