Theodoros Chiotis’in “Physics of surfaces: a sequence diagram” adlı yazılım şiiri |
Çevirinin
nasılına her çevirmenin ayrı bir yanıtı vardır. O bunu bilse de bilmese de. Ben
kendi yanıtımı vermekle yetineceğim. Bildiğim kadarıyla tabii ki.
1997
yılındaki Viyana Grubu sempozyumu ilk karşılaşmamdı yaşadığım ülkenin artık
gelenek olmuş avangart şiiriyle. II. Dünya Savaşı sonrasının bu yeni şiirine
dair etkinliklerin neredeyse tamamını izledim. Ve hiçbir şey anlamadım. Anlamadım
ama bambaşka bir galaksiye tosladığımı sezmiştim. O anlamadığım şey,
hücrelerimi titreştirmeye, dev bir çekim uygulamaya başladı. Çevirmek istedim o
metinleri, kendim ve başkaları için. Ancak Türkçe şiir geleneğinin tamamen dışındaydılar
ve dolayısıyla daha en baştan algılanmalarına engel ve dışlanacakları bir
temassızlığı içeriyorlardı. Dolayısıyla çevrilememeleri, çevrilse de görülememeleri
gerekiyordu. Peki ben nasıl oldu da zamanla görebildim, falcı mıydım?
Yıllar
sonra idrak ediyorum mühendisliğin devreye girdiğini. Evet, böyle bir bakışı sadece
şiir geleneğimiz değil başka birçok geleneğimiz de içermiyordu ama bir
mühendislik dili ve mantığı Türkçede oturmuştu. Sınır kavramı, işlev düşüncesi mühendislik
eğilimi nedeniyle başattı ve yerli yerindeydi. Ve işte tuhaf bir biçimde mühendislik
penceresinden görülüyordu bu deneysel edebiyat. Klasik anlamda mühendis, belli
bir soruna çözüm arayan ve ararken de kendisini işlevle sınırlayan kişidir. İşlevin
ardındaki gerçeğin ne olduğu sorusunu sormaz. Belki sorar ama içinden. Görev
tanımı, sorunun çözüme daha fazla olanak tanıyan bir biçimde formüle edilmesine
varır en fazla. Gerçekten böyle bir sorun olup olmadığı veya başka hangi
düzlemlerin sorunun bir parçası olarak görüleceği sorularının onu aştığını
düşünür. Benim çeviri edimim de üç aşağı yukarı böyle oldu. Avusturya Deneysel
Şiirini işte bu kafayla kavradığımı ve çevirilerine soyunduğumu düşünüyorum.
Evet, gerçekten soyunduğumu; başka türlüsü mümkün değildi, çok sonraları tekrar
giyinmek üzere. Ne demek istiyorum?
Dilsel
deney, belli dilsel öğelerin sabit tutulup geriye kalan bir veya birkaçının
değiştirilmesi yoluyla, algının ve zihnin buna ne tepki verdiğinin
incelenmesiyse eğer, bu, sabit ve değişken öğelerin (en azından ele alınan
çerçevede) ayrıştırılabilir, seçilebilir ve iletilebilir olması demektir. Aynı
bir fizik deneyindeki gibi... Bu ise incelenen öğelerin, davranış ve
sonuçlarının yine bir fizik deneyindeki gibi herkesçe sınanabilir olması
demektir. Şiirin sağladığı dönüşümü, yani deneyin işlevini saptamak, incelemek,
görünür ve tanınabilir kılmak mühendisvari bir bakışın gereksineceği bu şemayla
uyuşur. En azından başlangıçta İTÜ’lülerden oluşan bir çeviri grubu olan bizler
için böyleydi bu. Yıllarımı çöpe attığımı düşündüğüm mühendislik bir işe mi yaramıştı?
(Bu
arada ikide bir fizik deneyi demem tuhafınıza gitmesin, klasik mühendislik
eğitimi temel bilimlere yaslandırılır, mühendislik adeta uygulamalı fen bilimleri
olarak algılanır. Bu tutum yanlış da değildir doğru da. Buluşçuluk bambaşka
dersleri gerektirirdi örneğin. Düşünülemez bile bu. Buluş tesadüf tanrısının
kaprislerine bırakılır. Ama daha ilginç olanı, bu fen ağırlığı nedeniyle
mühendislerin mühendisliği gerçekle ilişkili bir meslek zannetmeleridir. Hem
gerçeği hem de çözümleri ellerinin altında bulundurduklarını zannederler. Kof
kibirlerinin nedeni budur.)
Şiirlerdeki
“deney”i görmek ve göstermek için çeviriyordum; gerisi ikincildi, tutturulursa
ne âlâydı, tutturulamazsa ne yapalımdı. Ancak bu, mühendislikten dışarısını
göremediğim için değil, o sayede gördüğümle daha önce bildiğimin çarpışması
ikisini de aşan bir dünyayı gösterdiği içindi. Burada da bir misyon doğuyordu. Çevrilmek
üzere hangi şiirleri seçtiğim ve nasıl çevirdiğim, aynı deneme ve
incelemelerimi niye ve nasıl yazdığımda olduğu gibi sadece arkalarında duran bu
şemadan dolayı değil, bir misyonun parçası oluşlarıyla da uyuştular. En azından
benim zihnimde uyuştular, aynı iradenin tercümesi olarak biçim aldılar. Bu irade,
şiirimizi, biçim üzerinden işlem yapabilen ve düşünen bir şiir yönünde
değiştirmeye, etkilemeye çalışan bir irade olarak biçim aldı. Kendi kendine
ortaya çıkmış, kendi kendini göreve çağırmış, işlevin dışına çıkan bir misyon. Yine
de gittiği yer, bir gerçek değil, gerçeklik arayışı idi, daha da doğrusu
gerçekliği algılayan zihinsel repertuarın ve dünyayla ilişkilenmenin hep yeni
bir kavranışının aranışı idi.
İşin
garibi, biraz da o bir türlü sevemediğim mühendislikten kaçabilmek, bambaşka
kıtalara yelken açabilmek için girişmiştim şiir ve çeviriye, şimdi bu yeni
geldiğim yerde, arkada bıraktığımı zannettiğim mühendislikle karşılaşıyordum.
Aynı olgu, şimdiye değin yazdığım deneme ve inceleme kitaplarının ardındaki
bakış için de, hatta fazlasıyla geçerli. Tabii bunlar benim yirmi küsur yıllık
mesafeden görüp de düşündüklerim. Mühendisvari bakışın açtığı pencereden geçerek
girdiğim yerde büyümüş, sonrasında o pencereden sığmaz olmuş ve kurtulmuş
muydum mühendislikten?
Dolayısıyla
çevirinin nasıl’ını aslında doğru sorulmuş bir niye belirlemek zorunda. Bu
soruları yanıtlamak kolay değil. Şiir çevirilerinde bu sorunun yanıtlandığını
hissedemiyorum. Bu, çevirmenin kendisine tanınmış olan gölge varlıktan
sıyrılmayı talep etmesi, rolü ve eylemi üzerine düşünmesi ile mümkün.