Donnerstag, 27. Februar 2020

Mühendis ve şiir (Çevirinin niyesine bir yanıt)


Theodoros Chiotis’in “Physics of surfaces: a sequence diagram” adlı yazılım şiiri


















Çevirinin nasılına her çevirmenin ayrı bir yanıtı vardır. O bunu bilse de bilmese de. Ben kendi yanıtımı vermekle yetineceğim. Bildiğim kadarıyla tabii ki.

1997 yılındaki Viyana Grubu sempozyumu ilk karşılaşmamdı yaşadığım ülkenin artık gelenek olmuş avangart şiiriyle. II. Dünya Savaşı sonrasının bu yeni şiirine dair etkinliklerin neredeyse tamamını izledim. Ve hiçbir şey anlamadım. Anlamadım ama bambaşka bir galaksiye tosladığımı sezmiştim. O anlamadığım şey, hücrelerimi titreştirmeye, dev bir çekim uygulamaya başladı. Çevirmek istedim o metinleri, kendim ve başkaları için. Ancak Türkçe şiir geleneğinin tamamen dışındaydılar ve dolayısıyla daha en baştan algılanmalarına engel ve dışlanacakları bir temassızlığı içeriyorlardı. Dolayısıyla çevrilememeleri, çevrilse de görülememeleri gerekiyordu. Peki ben nasıl oldu da zamanla görebildim, falcı mıydım?

Yıllar sonra idrak ediyorum mühendisliğin devreye girdiğini. Evet, böyle bir bakışı sadece şiir geleneğimiz değil başka birçok geleneğimiz de içermiyordu ama bir mühendislik dili ve mantığı Türkçede oturmuştu. Sınır kavramı, işlev düşüncesi mühendislik eğilimi nedeniyle başattı ve yerli yerindeydi. Ve işte tuhaf bir biçimde mühendislik penceresinden görülüyordu bu deneysel edebiyat. Klasik anlamda mühendis, belli bir soruna çözüm arayan ve ararken de kendisini işlevle sınırlayan kişidir. İşlevin ardındaki gerçeğin ne olduğu sorusunu sormaz. Belki sorar ama içinden. Görev tanımı, sorunun çözüme daha fazla olanak tanıyan bir biçimde formüle edilmesine varır en fazla. Gerçekten böyle bir sorun olup olmadığı veya başka hangi düzlemlerin sorunun bir parçası olarak görüleceği sorularının onu aştığını düşünür. Benim çeviri edimim de üç aşağı yukarı böyle oldu. Avusturya Deneysel Şiirini işte bu kafayla kavradığımı ve çevirilerine soyunduğumu düşünüyorum. Evet, gerçekten soyunduğumu; başka türlüsü mümkün değildi, çok sonraları tekrar giyinmek üzere. Ne demek istiyorum?

Dilsel deney, belli dilsel öğelerin sabit tutulup geriye kalan bir veya birkaçının değiştirilmesi yoluyla, algının ve zihnin buna ne tepki verdiğinin incelenmesiyse eğer, bu, sabit ve değişken öğelerin (en azından ele alınan çerçevede) ayrıştırılabilir, seçilebilir ve iletilebilir olması demektir. Aynı bir fizik deneyindeki gibi... Bu ise incelenen öğelerin, davranış ve sonuçlarının yine bir fizik deneyindeki gibi herkesçe sınanabilir olması demektir. Şiirin sağladığı dönüşümü, yani deneyin işlevini saptamak, incelemek, görünür ve tanınabilir kılmak mühendisvari bir bakışın gereksineceği bu şemayla uyuşur. En azından başlangıçta İTÜ’lülerden oluşan bir çeviri grubu olan bizler için böyleydi bu. Yıllarımı çöpe attığımı düşündüğüm mühendislik bir işe mi yaramıştı?

(Bu arada ikide bir fizik deneyi demem tuhafınıza gitmesin, klasik mühendislik eğitimi temel bilimlere yaslandırılır, mühendislik adeta uygulamalı fen bilimleri olarak algılanır. Bu tutum yanlış da değildir doğru da. Buluşçuluk bambaşka dersleri gerektirirdi örneğin. Düşünülemez bile bu. Buluş tesadüf tanrısının kaprislerine bırakılır. Ama daha ilginç olanı, bu fen ağırlığı nedeniyle mühendislerin mühendisliği gerçekle ilişkili bir meslek zannetmeleridir. Hem gerçeği hem de çözümleri ellerinin altında bulundurduklarını zannederler. Kof kibirlerinin nedeni budur.)

Şiirlerdeki “deney”i görmek ve göstermek için çeviriyordum; gerisi ikincildi, tutturulursa ne âlâydı, tutturulamazsa ne yapalımdı. Ancak bu, mühendislikten dışarısını göremediğim için değil, o sayede gördüğümle daha önce bildiğimin çarpışması ikisini de aşan bir dünyayı gösterdiği içindi. Burada da bir misyon doğuyordu. Çevrilmek üzere hangi şiirleri seçtiğim ve nasıl çevirdiğim, aynı deneme ve incelemelerimi niye ve nasıl yazdığımda olduğu gibi sadece arkalarında duran bu şemadan dolayı değil, bir misyonun parçası oluşlarıyla da uyuştular. En azından benim zihnimde uyuştular, aynı iradenin tercümesi olarak biçim aldılar. Bu irade, şiirimizi, biçim üzerinden işlem yapabilen ve düşünen bir şiir yönünde değiştirmeye, etkilemeye çalışan bir irade olarak biçim aldı. Kendi kendine ortaya çıkmış, kendi kendini göreve çağırmış, işlevin dışına çıkan bir misyon. Yine de gittiği yer, bir gerçek değil, gerçeklik arayışı idi, daha da doğrusu gerçekliği algılayan zihinsel repertuarın ve dünyayla ilişkilenmenin hep yeni bir kavranışının aranışı idi.

İşin garibi, biraz da o bir türlü sevemediğim mühendislikten kaçabilmek, bambaşka kıtalara yelken açabilmek için girişmiştim şiir ve çeviriye, şimdi bu yeni geldiğim yerde, arkada bıraktığımı zannettiğim mühendislikle karşılaşıyordum. Aynı olgu, şimdiye değin yazdığım deneme ve inceleme kitaplarının ardındaki bakış için de, hatta fazlasıyla geçerli. Tabii bunlar benim yirmi küsur yıllık mesafeden görüp de düşündüklerim. Mühendisvari bakışın açtığı pencereden geçerek girdiğim yerde büyümüş, sonrasında o pencereden sığmaz olmuş ve kurtulmuş muydum mühendislikten?


Dolayısıyla çevirinin nasıl’ını aslında doğru sorulmuş bir niye belirlemek zorunda. Bu soruları yanıtlamak kolay değil. Şiir çevirilerinde bu sorunun yanıtlandığını hissedemiyorum. Bu, çevirmenin kendisine tanınmış olan gölge varlıktan sıyrılmayı talep etmesi, rolü ve eylemi üzerine düşünmesi ile mümkün.