Samstag, 20. Februar 2021

Viyana Kahvesi

 

Viyana Kahvesi adlı bir kafe zinciri var bir süredir. Bu zincir, kahve fincanına bir sur biçimini verdiği logosuyla Viyana kuşatmasına gönderme yapıyor. Böylelikle de içilebilen kahve ile içine girilemeyen Viyana arasında bir bağlantı kuruyor. Ancak bu logonun kurduğu bağlantı, o surların içini tadımlama imkanı olarak düşünülmüşe benzemiyor. Öyle olsaydı merdiven yerine küçük bir kapı yeterdi kupanın alt tarafında ve o surlara tırmanmak zahmetine de hiç gerek kalmazdı. Viyana’ya kahveyi Osmanlı’nın götürmüş olması düşüncesinin görselleştirilmesi de olamaz bu, çünkü ne kahvenin surdan içeri merdivene tırmanarak girmesi gerekiyor bunun için, ne de sizin.

Sura merdiven, kahvenizi içerken o merdivenlerden çıkıp kenti fethetme fantezisini yaşayasınız diye atılmış. Böylelikle Viyana sadece kuşatılmakla kalınmayıp aynı zamanda fethedilmiş de oluyor. Ne güzel değil mi? Sırf bu rahatlatıcı haber için bile gitmeye değer bu kafeye. Her gün gelip bu müjdeyi yudumlayabilirsiniz. Tabii bir süreliğine. Süreyi uzatmak isterseniz, ikinci bir kahve siparişi vermeniz gerekir. İşte bu mümkün “en otantik” kaynaşmanın arkasında çakma bir gelenek de duruyor: örneğin meşhur Viyana çikolatalı kahvesi (“Viyana Kahvesi Sütlü Çikolata”, “Viyana Kahvesi Bitter Çikolata”)!.. 35 yıldır Viyana’dayım, hiçbir yerde rastlamadım böyle çikolatalı bir kahveye. Uydurma yabancı gelenek, en yerli ve ama en gazlanan geleneğimizle bir arada. Hiç de şaşırtıcı değil tabii.

Hangi duygularınız harekete geçiriliyor gelip o kahveyi içtiğinizde veya sadece bu dükkânın önünden geçtiğinizde? Nihayet o surları aşabilme ödülünün ardından bir de Viyana’nın kahvesinin de keyfine varıyorsunuz. Böylece adalet yerini buluyor ve Viyana fethedilmiş oluyor. Diyecekler ki, ne var bunda, o zamanlar herkes öyleydi, yani herkes birbirinin toprağını, kentini zapt ediyordu. Evet o zamanlar, yani 337 yıl önce öyleydi, işte ben de tam da onu diyordum; aradan geçmiş 337 yıl ve siz hâlâ orada takılıp kaldınız. Siz belki değil, ama içine doğduğunuz, mirası siz daha bilincine varamadan içinize işlemiş olan, sonrasında da sahiplenmek zorunda hissettiğiniz toplum orada takıldı kaldı.

Peki, Viyana Kahvesi’nin bu pervasız veya en azından bilinçsiz logosu ile kahve içerken bir işbirlikçilik veya en azından aymazlık içinde olmuyor musunuz? Muhtemelen olmadığınızı düşünüyorsunuz çünkü bunu size oldurmayan çok eski bir gelenek geçiyor içinizden, gelenek lafı az kalır. Bu kitle simgesi, yoğrulmaktan çok yorulunan bir dünya hamurunu, artık hiçbir koşuluna sahip olunamasa da vazgeçilemeyen bir emperyal paradigmayı, başka da ne yapacağını bilemediği için ısrar edilen militarist bir takıntıyı, çocuksu fetih hayallerini, talan ekonomisi ve yağma adaleti sapkınlığını içeriyor. Değişen dünyaya ayak uyduramamanın çaresizliği içinde katılaşmış, köhne, güdük ve saldırgan.

Böyle durumlarda idrak süreçleri, ancak kendi toprağınıza bir saldırı olursa harekete geçebiliyor. İnanılmaz değil mi, ötekiyle kendiniz arasında hiçbir karşılaştırma yapamıyor olmanız. Nasıl bir kopuş ki 1453’ü kutluyor, ama 1683’e üzülüyorsunuz? Bunun tek olanağı, alabildiğine bir ben merkezcilik ve sıfır empati. İşte o empatisizlik başka karşılaştırmaların da önünü kestiğinden veya zayıflattığından bir gerçeklik yitimi ile sonlanıyor. Böylece bir başkasının toprağına göz dikme sözleri de ahlaki yargılamalardan geçmeden çıkıveriyor ağızlardan ve giriyor kulaklardan içeri. Sonrasında Suriye’ye girmek de kolayca temellendirilebilir artık, tüm saldırganlığınıza karşın mağdur olduğunuz efsanesi de; tüm Batı’nın size hayran olduğu narsizmi de yerçekiminden kurtulur, gelip size chip takmak için fırsat kolladıkları paranoyası da. Yerçekiminden sıyrıldınız artık, ta ki kafanızı bir yere çarpıp sert bir biçimde uyanana ya da belki bir daha uyanamamaya değin.

Ve üstelik bu, 1683 kökenli travmasını tam olarak atlatamamış bir halk üzerinden yapılıyor. Sonra da şaşırılıyor o taraftan gelen siyasi tepkilere ve maalesef düşmanlıklara. Acaba birazcık olsun düşünülemez miydi tüm bunların birbiriyle ilişkili olduğu? Oysa elimizde enfes bir fırsat var: Viyanalıların kahveyle, geri çekilen askerin bıraktığı kahve çuvallarıyla karşılaşmış olmaları gibi birleştirici etkisi olabilecek bir rivayet. Yetmedi Viyana’da ilk kafeyi Johannes Deodat adlı bir Ermeninin açtığı gibi daha da kuşatıcı ve barışçıl bir bilgi var. Ama hayır, hâlâ gidip Viyana’nın fethinde ısrar ediliyor. Pişkince veya en kibar ifadesiyle kof denebilecek duyarsızlıkla.

İşte o gördüğünüz o küçücük şey, o “sevimli” logo, alabildiğine güçlü, zararlı ve halen iş gören bir tasavvurun sessiz ve billurlaşmış hali. Afiyet olsun!