Dienstag, 20. August 2019

Türkiye’de Çağdaşlaşma etrafında

Yıllar önce seküler, demokratik kazanımların dolu dizgin geri alınmaya, insan haklarında geri gidilmeye başlandığı, AB projesinin askıya alındığı günlerde umut versin diye Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı kitabını okumuştum. Şöyle diyordu Berkes kitabının önsözünde:

Ben, Türk çağdaşlaşmasının geçmişinin iniş çıkışlarına dayanarak bu yayımlanışın önsözünde yine ileri sürüyorum ki, ne denli geri dönme çabaları olursa olsun hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır. Tersine, daha da ileriye itecektir. Bu yapıtı okuyun, kaç kez böyle geriye dönük çabalar olduğunu, kaç kez hepsinin saman alevi gibi sönerek daha ileriye doğru atılımlara yol açtığını göreceksiniz.

Çağdaşlaşma sekülerizmin karşılığıydı ve iniş çıkışlarla veya ileri geri gidişlerle kastettiği 1700’lerde Lale Devri’yle başlayıp kitabın yetiştirildiği 1970’lere dek gelen dinselleşme / sekülerleşme karşıtlığıydı. Sekülerleşme burada “kutsallaştırılmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” anlamını kazanıyordu.

Etkileyiciydi, her çağdaşlaşma döneminin ardından bir dinselleşme humması başlar, her muhafazakarlık dalgasını şaşmaz bir kuralla bir çağdaşlaşma dönemi izler diyordu. Ancak kaygılarımı elimden almaya yetmedi bu, çünkü her seferinde Berkes’in gösterdiği çağdaşlaşma devlet eliyle, yani devleti yöneten kadroların yürürlüğe soktuğu reformlarla gerçekleşiyordu. Oysa bu sefer muhafazakar güçler, dönüştürme potansiyeli en yüksek aygıt olan devleti ele geçirmişti. İtaatin halen yüksek bir değer olduğu bu kültürde de, bu kural bu sefer işlemeyecekti, çünkü devlete karşı veya karşın gerçekleşen girişimler hep cılız kalmıştı. Berkes yanılmıştı kanımca.

Şu günlerde yanılanın ben olduğumu fark ediyorum. Öncelikle halkın muhafazakar eğilimleriyle ilgili araştırmalar yapılıp duruluyor, ancak yenilik gereksinimleriyle ilgili bir şey söylenmiyor pek; bireysel, öznel gözlemleri saymazsak. Oysa yenilik arzusu modern zamanlarda hep daha güçlü bir arzu. Diğeri, yani muhafazakarlık ise korkuları harekete geçirdiği için kolayca öne çıkıyor ve sahneyi kaplıyor. Başka bir Türkiye arzusu kendini nasıl gösterir? Kolay değil görünürde olmayan bir şeyin kendini ifade etmesi. Ama Hrant Dink’in cenaze töreninde, Gezi eylemlerinde, HDP’nin yükselişinde biraz da olsa gösterdi. Son seçimde ise sessiz çoğunluk, ayrıştırıcı devlet söylemini reddedip barışı oyladı.
Modernizmden beton ve asfaltı anlayan AKP hiç yenilik yapmadı da diyemeyiz, ancak eğitimin imam hatipleştirilmesi gibi girişimleriyle, zamanla nasıl kör bir inat içerisinde olduğunu da gösterdi. Öğretmen yerine imamı, kütüphane yerine tarikatın tercih etmesi, Taksim Meydanı’nda kültür merkezinin yıkılıp karşısına camii dikmesi, bilgi kaynağı Vikipedi’yi erişime kapatmasıyla, ele fırsat geçtiğinde anakronik hayallerini nasıl uygulamaya sokacağını gösterdi. Ancak çok istedikleri ama kendi seçmenlerinin bile umurunda olmayan dinselleşme, meselenin o olmadığının görünmez sınırlarını onlara İmam Hatip’lerin boş koridorlarında çiziyor. Sekülerler din düşmanı değil, dindarlar şeriat peşinde değil. Dahası muhafazakârlar yenilik karşıtı değil, sekülerler geleneklerin korunmasını savunur olmuş.
İkinci yanlışım ise AKP’nin devleti ele geçirdiği konusunda. Devleti ele geçirmek başka şey devlet olmak başka. Ele geçirme, fethetme metaforları bir şeyin kendisi olamamayı işaret etmiyor mu aslında? Nasıl İstanbul’un fethi kutlamaları, neredeyse altı yüz yıl sonra bir türlü İstanbullu olunamadığının, hep elden gidecekmiş gibi bir korkuyla yaşandığının göstergesi oluyorsa. İnsan ele geçirdiği bir şeyi yağmalar, kendisi olan bir şeyi değil. Ve o yağma zihniyeti kendini devlet olamayışta ele veriyor. Bir şeyi yağmalıyorsan o senin değildir ve sen de o değilsin demektir. Birtakım karanlık koalisyonlara girilebiliyor olunması da bunu değiştirmez. Tam aksine bir gün elinden gideceği kaygısı ve hatta bilinci ile yaşandığını gösterir. 

Rövanşizm tek rehberinse siyasetin de dışladıklarınla, tepkiselliğinle belirlenecektir, yani vizyonun yok demektir. Herkesin bir parça kendisini bulacağı bir müşterekliği aramaz ve bulmazsan bir gün çekilmek zorunda kalırsın. Tüm o açılım paketlerinde mış gibi yapıldığını gördük. Ne tesadüf değil mi, hepsinde de bir aksiliğin çıkmış olması! Sekterlikle barış bir araya gelmiyor işte. Genç Cumhuriyet’in İttihat ve Terakki’den devraldığı azınlıkları eritme siyaseti de sonuçta sekülerliğin garantisi olan güçleri ortadan kaldırıp projeyi zayıflatmadı mı? 

Adalet ve Kalkınma Partisi, Batı’ya karşı duyulan ve kentleşmeyle gelen ezikliklere yüzeysel de olsa yanıtlar vermeyi, islami ya da milliyetçi reflekslere karşılık vermeyi başardı. Ama onu kör eden rövanşizm ve hızlı ekonomik çıkar sağlama hırsı, insanların adalet ve kalkınma talebini, yaşam tarzı hassasiyetini görebilmesini engelledi. Kutuplaşma bir tasfiye döneminde işlevsel olabilir ama uzun vadede iktidar kalabilmek belli bir ortak paydayı gözetmek, anakronik gerilimlerden kaçınmakla olur. 


Niyazi Berkes haklı çıkıyor ve bir sonraki dalga oldukça güçlü gelecek gibi görünüyor. Ancak onun da boğulması tehlikesi var. Magazin kalıplar, yüzeysel taklitlerle gelen şaşırtmacalar, Beethoven dinlediği için kendini çağdaş addeden kofluklar, düşünceye yönelmeyen köksüz ilişkilenmeler aklıma hemen gelen ve içinde kolayca kaybolunacak yaklaşım ya da tehlikelerden birkaçı. Bunlardan kaçınmanın yolu ise bana göre bilgilenmek, düşünmek, bilgilenmek, düşünmek ve düşündürmek.

Evet, rahatlatıcı bir rüzgar yolda gibi görünüyor. Ve iktidar durduramadığı hatalar serisiyle bu rüzgarı daha da arttırıyor. Peki hazırlıklı mıyız buna? Neler yapabilir, hangi katkıda bulunabiliriz o saat geldiğinde? Verecek neyimiz var? Bir şeyimiz var mı? Anti-seküler bir dalgayla uğraşırken kaynaklarımızı harcayıp bitirdik mi yoksa? Hep aynısı oluyor değil mi? Şimdi başlayabilir miyiz?

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen