Ben, Türk çağdaşlaşmasının geçmişinin iniş çıkışlarına
dayanarak bu yayımlanışın önsözünde yine ileri sürüyorum ki, ne denli geri
dönme çabaları olursa olsun hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır.
Tersine, daha da ileriye itecektir. Bu yapıtı okuyun, kaç kez böyle geriye
dönük çabalar olduğunu, kaç kez hepsinin saman alevi gibi sönerek daha ileriye
doğru atılımlara yol açtığını göreceksiniz.
Çağdaşlaşma
sekülerizmin karşılığıydı ve iniş çıkışlarla veya ileri geri gidişlerle
kastettiği 1700’lerde Lale Devri’yle başlayıp kitabın yetiştirildiği 1970’lere dek
gelen dinselleşme / sekülerleşme karşıtlığıydı. Sekülerleşme burada
“kutsallaştırılmış gelenek boyunduruğundan kurtulma” anlamını kazanıyordu.
Etkileyiciydi,
her çağdaşlaşma döneminin ardından bir dinselleşme humması başlar, her
muhafazakarlık dalgasını şaşmaz bir kuralla bir çağdaşlaşma dönemi izler
diyordu. Ancak kaygılarımı elimden almaya yetmedi bu, çünkü her seferinde
Berkes’in gösterdiği çağdaşlaşma devlet eliyle, yani devleti yöneten kadroların
yürürlüğe soktuğu reformlarla gerçekleşiyordu. Oysa bu sefer muhafazakar
güçler, dönüştürme potansiyeli en yüksek aygıt olan devleti ele geçirmişti. İtaatin
halen yüksek bir değer olduğu bu kültürde de, bu kural bu sefer işlemeyecekti, çünkü
devlete karşı veya karşın gerçekleşen girişimler hep cılız kalmıştı. Berkes
yanılmıştı kanımca.
Şu
günlerde yanılanın ben olduğumu fark ediyorum. Öncelikle halkın muhafazakar
eğilimleriyle ilgili araştırmalar yapılıp duruluyor, ancak yenilik
gereksinimleriyle ilgili bir şey söylenmiyor pek; bireysel, öznel gözlemleri saymazsak.
Oysa yenilik arzusu modern zamanlarda hep daha güçlü bir arzu. Diğeri, yani
muhafazakarlık ise korkuları harekete geçirdiği için kolayca öne çıkıyor ve
sahneyi kaplıyor. Başka bir Türkiye arzusu kendini nasıl gösterir? Kolay değil görünürde
olmayan bir şeyin kendini ifade etmesi. Ama Hrant Dink’in cenaze töreninde,
Gezi eylemlerinde, HDP’nin yükselişinde biraz da olsa gösterdi. Son seçimde ise
sessiz çoğunluk, ayrıştırıcı devlet söylemini reddedip barışı oyladı.
Modernizmden beton ve asfaltı anlayan AKP hiç yenilik
yapmadı da diyemeyiz, ancak eğitimin imam hatipleştirilmesi gibi girişimleriyle,
zamanla nasıl kör bir inat içerisinde olduğunu da gösterdi. Öğretmen yerine
imamı, kütüphane yerine tarikatın tercih etmesi, Taksim Meydanı’nda kültür
merkezinin yıkılıp karşısına camii dikmesi, bilgi kaynağı Vikipedi’yi erişime
kapatmasıyla, ele fırsat geçtiğinde anakronik hayallerini nasıl uygulamaya
sokacağını gösterdi. Ancak çok istedikleri ama kendi seçmenlerinin bile
umurunda olmayan dinselleşme, meselenin o olmadığının görünmez sınırlarını onlara
İmam Hatip’lerin boş koridorlarında çiziyor. Sekülerler din düşmanı değil,
dindarlar şeriat peşinde değil. Dahası muhafazakârlar yenilik karşıtı değil,
sekülerler geleneklerin korunmasını savunur olmuş.
İkinci
yanlışım ise AKP’nin devleti ele geçirdiği konusunda. Devleti ele geçirmek
başka şey devlet olmak başka. Ele geçirme, fethetme metaforları bir şeyin
kendisi olamamayı işaret etmiyor mu aslında? Nasıl İstanbul’un fethi
kutlamaları, neredeyse altı yüz yıl sonra bir türlü İstanbullu olunamadığının,
hep elden gidecekmiş gibi bir korkuyla yaşandığının göstergesi oluyorsa. İnsan
ele geçirdiği bir şeyi yağmalar, kendisi olan bir şeyi değil. Ve o yağma
zihniyeti kendini devlet olamayışta ele veriyor. Bir şeyi yağmalıyorsan o senin
değildir ve sen de o değilsin demektir. Birtakım karanlık koalisyonlara girilebiliyor
olunması da bunu değiştirmez. Tam aksine bir gün elinden gideceği kaygısı ve
hatta bilinci ile yaşandığını gösterir.
Rövanşizm tek rehberinse siyasetin de dışladıklarınla,
tepkiselliğinle belirlenecektir, yani vizyonun yok demektir. Herkesin bir parça
kendisini bulacağı bir müşterekliği aramaz ve bulmazsan bir gün çekilmek
zorunda kalırsın. Tüm o açılım paketlerinde mış gibi yapıldığını gördük. Ne
tesadüf değil mi, hepsinde de bir aksiliğin çıkmış olması! Sekterlikle barış
bir araya gelmiyor işte. Genç Cumhuriyet’in İttihat ve Terakki’den devraldığı
azınlıkları eritme siyaseti de sonuçta sekülerliğin garantisi olan güçleri
ortadan kaldırıp projeyi zayıflatmadı mı?
Adalet ve Kalkınma Partisi, Batı’ya karşı duyulan ve kentleşmeyle
gelen ezikliklere yüzeysel de olsa yanıtlar vermeyi, islami ya da milliyetçi
reflekslere karşılık vermeyi başardı. Ama onu kör eden rövanşizm ve hızlı
ekonomik çıkar sağlama hırsı, insanların adalet ve kalkınma talebini, yaşam
tarzı hassasiyetini görebilmesini engelledi. Kutuplaşma bir tasfiye döneminde
işlevsel olabilir ama uzun vadede iktidar kalabilmek belli bir ortak paydayı
gözetmek, anakronik gerilimlerden kaçınmakla olur.
Niyazi
Berkes haklı çıkıyor ve bir sonraki dalga oldukça güçlü gelecek gibi görünüyor.
Ancak onun da boğulması tehlikesi var. Magazin kalıplar, yüzeysel taklitlerle
gelen şaşırtmacalar, Beethoven dinlediği için kendini çağdaş addeden kofluklar,
düşünceye yönelmeyen köksüz ilişkilenmeler aklıma hemen gelen ve içinde kolayca
kaybolunacak yaklaşım ya da tehlikelerden birkaçı. Bunlardan kaçınmanın yolu
ise bana göre bilgilenmek, düşünmek, bilgilenmek, düşünmek ve düşündürmek.
Evet,
rahatlatıcı bir rüzgar yolda gibi görünüyor. Ve iktidar durduramadığı hatalar
serisiyle bu rüzgarı daha da arttırıyor. Peki hazırlıklı mıyız buna? Neler
yapabilir, hangi katkıda bulunabiliriz o saat geldiğinde? Verecek neyimiz var? Bir
şeyimiz var mı? Anti-seküler bir dalgayla uğraşırken kaynaklarımızı harcayıp bitirdik
mi yoksa? Hep aynısı oluyor değil mi? Şimdi başlayabilir miyiz?
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen