Donnerstag, 21. Januar 2021

Devamsız müdavim

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne zaman Caffè e Casa’nın önünden geçsem bir kahve kuyruğu ve hemen yanında da dikilerek kahvelerini içen insanlar. Hava buz gibi, yani karton bardağı tutan el donuyor, ama bana mısın demiyorlar. Üstüne üstlük orada dikilenler arasında kafenin açık zamanında hiç görmediğim insanlar görüyorum. En güzeli de kafenin kapalı olduğu 1 Ocak’ta evden getirdikleri kahvelerini oradaki banklarda içmeleri. Mutlaka ki kahvenin tadı çok güzel, mutlaka ki personel rahatlatıcı insanlardan oluşuyor ama yine de kafenin müdavimi olmayanlarda bile görülen bu bağlılık, kafenin veya kahvenin kendisiyle açıklanabilecek bir şey değil.

Lockdown‘dan beri kafeye gidemiyorum. Bazen evden hiç çıkmadığım oluyor, çıkınca da gittiğim yer market. Alte Schmiede’ye, alışverişe, sinemaya da gidemiyorum ama beni sadece kafeye gidememek geriyor. Germekle kalmıyor, aynı zamanda bir suçluluk, bir eksiklik duygusuna yol açıyor. Gitmediğim için İlker’le bu zor dönemde dayanışmada bulunmadığım değil bu duygunun nedeni. Günlük ritmimin bozulması da değil. Ne peki?

Bilmiyorum, çok derinde bir şey, tahmin edebilirim veya daha doğrusu bir sav öne sürebilirim. Öyle ya iç gerçekliğimiz de elde var bir değil, kendi gerçekliğimizi anlatmaya kalkmamızla birlikte ağzımızdan klişeler dökülüyor ortalığa, daha kolay değil dış gerçekliği anlatmaktan. Dolayısıyla onu da yakalamaya, kestirmeye çalışabilirim ancak. Ve nitekim İlker’le konuşurken içimdeki ataletli uyuşma, metal sürtünme sesleriyle yer değiştirince fark ettim olgunun basbayağı bir kriz olduğunu.

Müdavim devam sözcüğünden geliyor. Madem öyle o zaman şöyle soralım: devam etmeyen müdavim ne yapar? Devamsız öğrenci öğrenmekten geri kalır, ya devamsız müdavim? Esmediğinde rüzgârın yaptığını, yağmadığında yağmurun yaptığını mı yapar? Yani olmayı mı bırakır? Yoksa tekrar var olacağı anı mı bekler? Bu ikisinin arasında ne var? Bu ikisinin arasında öncelikle müdavimin kendini sorgulaması var.

Bazen sokaklarda yürürken birden bu kentten ayrılmak zorunda kalsam ve ancak on yıl sonra geri gelsem nerelerde kendimi tekrar bulabilirdim diye sorarım kendime. Ve yanıttan, bu muhtemel yanıtın avuntusuzluğundan ürkerim. Bazen kent kaygan bir yüzey gibi gelir bana ve ben de bir tutunamayan orada. Olağanüstü bir angajmanla inandırıyormuşum sanki kendimi orada bir yerim olduğuna ve onun da bensiz eksik kalacağına. Ve ufacık bir soruyla da çöküverir bu inancım. İşte böyle anlar, daha doğrusu böyle anlara karşı geliştirdiğim savunma mekanizmalarımın bir parçası olarak kafeleri keşfetmiş ve dahi icat etmiş olsam gerek diyorum. Öyle ya, tezim doğru olmasa bile doğru olmak zorunda çünkü tüm bu yazdıklarımı düşünmüş olmam bile başlı başına bir tuhaflık, bir kanıt, bir sorun. Öyle değil mi?

Sözlük müdavime karşılık olarak gedikli diyor; belki bu kavram beni başka çağrışımlara gönderir. Gedikli meyhaneden geliyormuş bu kullanım, işletme hakkı gedik usulüyle verilmiş ruhsatlı meyhane demek bu. Yani dükkanın tamirini üstlenen, buna karşılık da düşük bir kira bedeli ödeyen ve içeriye de “gedik” adı verilen eşyasını yerleştiren meyhaneden türemiş bu sözcük. Eşya girdiği gediğin adını alıyor, gedikli de bu gediğe dahil olan kişi anlamında. Yani müdavim daha önce açılmış bu gediğe giriyor. Veya belki de kendisi bir gedik açıyor oraya eğer açabilirse. Veyahut da kendisi bir gedik olarak kafeyi yapıyor, yani aslında kafe onu değil, o kafeyi içine alıyor. En doğrusu herhalde her ikisinin birden geçerli olması çünkü diğer gediklilerin olduğu yere gidiyor gedikli. Ama taşı gediğine koymak yine de mümkün olmuyor, hep eksik kalıyor. Eksik varlıklarız çünkü, gündelik sığınmacılarız. Eksikler birbirini tamamlamıyor ama unutturuyor orada. Mesele aslında bir yersiz yurtsuzlaşma meselesi. Hem dışarıda hem içeride. Herkesin bir sorunla baş etme yöntemi farklı. İşte müdavimlerinki de böyle, bir gediğe ve kendi gediklerine devamlılık göstererek. Çünkü asıl korku devamsızlık.


 

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen